BIST 9.080
DOLAR 32,34
EURO 35,12
ALTIN 2.308,38

Yardımcı Doçentlik Garabeti

Bu konu o kadar çok mağduriyet yarattı ki, farklı dünya görüşlerine sahip olsalar da çoğu akademisyen Cumhurbaşkanını bu konuda destekliyor. Mesela Prof.Dr. Celal Şengör de yardımcı doçentliği lüzumsuz buluyor, Prof.Dr. Burhan Kuzu da.

Cumhurbaşkanımız Tayyip Erdoğan yine kangren olmuş bir konuya değindi: Yardımcı doçentlik garabeti!

Bu konu o kadar çok mağduriyet yarattı ki, farklı dünya görüşlerine sahip olsalar da çoğu akademisyen Cumhurbaşkanını bu konuda destekliyor. Mesela Prof.Dr. Celal Şengör de yardımcı doçentliği lüzumsuz buluyor, Prof.Dr. Burhan Kuzu da.

Bu konunun mağduru bir akademisyen olarak elbette söyleyeceklerim var. Her şeyden önce şunu belirteyim: Akademisyenlikteki asıl unvan doktoradır. Çünkü doktora tezi bilim dünyasına temel bir katkıda bulunan eser demektir. Elbette akademisyenler makaleleri, kitapları ya da yüksek lisans tezleri ile de çok önemli katkılarda bulunurlar. Makaleler ve diğer çalışmalar doktora tezinden sonra da yapılır ve kişinin doktora tezinden çok daha etkin katkılarda bulunmasını sağlayabilir. Ancak doktora tezi tabiri caizse Akademi Dünyası’na doğmak demektir. Bu yüzden Dünya’nın hemen hemen her yerinde doktora tezi yazmadan önce yeterlilik sınavına girilir. Bu sınav yüksek lisans tezinden önce yapılmaz. Doktora tezinin önemi ve doktora ünvanının asıl olması nedeniyle yeterlilik sınavı adaylar için hayatidir. Yeterlilik sınavını başaramayanlar doktora tezi yazamazlar.

Doçentlik ve profesörlük ise bir nevi idari kadrodur. Bu kadrolar akademisyenlerin çoğunlukla idari pozisyonlara getirilmesinde önem taşır. Mesela dekanlık kadrosu için profesörlük ünvanı gerekir. Rektörlük için de durum aynıdır. Ancak yardımcı doçent olan bir akademisyenin lisans, yüksek lisans ya da doktora dersi anlatması açısından doçent ya da profesör olan akademisyenden hiçbir farkı yoktur. Benzer şekilde doktorasını bitiren bir kişi yüksek lisans veya doktora tez danışmanlığı da yapabilir.

Bizim doçentlik sistemimiz Cumhurbaşkanımızın da belirttiği üzere tamamıyla çağdışıdır. Doktorasını bitirmiş bir akademisyen önce eser incelemesine tabi tutulur. Başarılı olursa sözlü mülakata girer. Ancak bu sözlü mülakat gelişmiş ülkelerdeki uygulamaların tam aksine adam yükselten değil adam öğüten bir şekilde çalışır. 5 profesörden oluşan mülakat jürisi adaya her türlü soruyu sorar. Adayı kolay şekilde başarısız gösterebilir. Adayın çalışma alanı dışında ya da çok gereksiz bir sürü soru sorulabilir. Sırf bu yüzden doçentlik sınavı ile ilgili çok sayıda dava açılmış ve açılmaya devam edilmektedir.

Türk akademisinde doçentlik sözlü sınavı ile ilgili kullanılan metafor şudur: Jürideki hoca adayı geçirmek isterse adayın annesinin adını sorar. Şayet adayı geçirmek istemezse de kendi annesinin adını sorar. Aday hasbelkader hocanın annesinin adını bilirse de hoca adayı şu mazeretle bırakır: Anamın adını nereden biliyorsun? Bu metaforun kendisi bile suyun ne kadar bulanık olduğunu göstermeye yeterlidir.

Doçentliğin hem yazılı eser incelemesini ve hem de sözlü mülakatını tecrübe etmiş bir akademisyenim. İlk eser incelememde 5 jüri üyesinden 3’ü olumsuz oy kullandığı için başarısız bulunmuştum. Olumsuz oy verenlerden birinin rapor sonucu çok vahimdi. 230 sayfalık kitabımı 5 cümle ile reddetmişti. Cümlelerden biri de kitabın 4 bölümden oluştuğunu belirtiyordu. Ancak kitabım 6 bölümden oluşuyordu. Jüri üyesi kitabımı okumadan olumsuz sonuç vermişti.

Bu travmatik tecrübeden sonra şöyle bir önerim oldu: Sözlü mülakata alınan adayın eserleri ile ilgili jüri üyelerine sınav yapılacak olsa acaba üyelerden kaçı bu sınavdan başarılı olurdu? Çoğu akademisyen arkadaşım cevabın olumsuz olduğu kanaatinde. Çünkü ülkemizde profesör sayısı çoğu alanda yetersiz. Doçentlik başvuruları da sadece profesörlere gitmekte. Profesörlerin kendilerine verilen dosya sayısı yine kendilerine verilen zaman sınırlamasının çok üstünde. Bu yüzden Sayın Cumhurbaşkanımız olayın vahametine dikkat çekmektedir.

Cumhurbaşkanımızın bu büyük probleme işaret etmesi çok önemli. Gönül isterdi ki yetkili kurum ve kişiler daha önce harekete geçse ve mağduriyetler daha erken bitse idi.

 Türk Akademisi’nin saçma zaman sınırlamaları da Cumhurbaşkanımızın eleştirilerinden nasibini almıştır. Mesela doktoranın 5 seneden önce ‘bitirtilmemesi’, doktorayı bitirdikten sonra 5 seneden önce doçentliğe başvurulmaması gibi saçma teamüller vardır. Bu sürelerin hiçbirinin ne yasal dayanağı ne de akademik açıdan tutarlılığı vardır. Akademisyen salatalık değildir. Bekletilerek yetişmez. ABD’de ve Avrupa’da bu saçma teamüli süreleri duyanlar maalesef bizlere gülmektedir.

Son olarak doktora ve profesörlük ünvanının üniversite tarafından verilmesine rağmen doçentlik ünvanının merkezi bir sınav ile verilmesinin ne kadar garip ve tutarsız bir düzenleme olduğunu belirtmek isterim. Profesörlük doçentlikten daha üst bir unvan iken üniversite bu ünvanı verebilmektedir. Öyleyse doçentlik ünvanını da pekala üniversiteler verebilir. Her alanda gelişmeye devam etmek temennisiyle..