BIST 9.570
DOLAR 32,51
EURO 34,81
ALTIN 2.488,02

Taammüden Katline Fetva

Televizyonlarda yayınlandı. Ergen yaşta zenci kıza üç beyaz tecavüz ediyor. “Rızası vardı” gerekçesiyle serbest bırakılıyorlar.

Televizyonlarda yayınlandı. Ergen yaşta zenci kıza üç beyaz tecavüz ediyor. “Rızası vardı” gerekçesiyle serbest bırakılıyorlar. Kızın babası üç sapığı öldürüyor ve tutuklanıyor. Mahkemede ırkçılık yargılanıyor. Zenci baba suçlu bulunmak üzere ve idam edilecek. Avukatı teselli etmeye çalışıyor “anlıyorum” diye, acılı baba “anlayamazsın” diyor; “sen zenci değilsin”.
 
Filmin sonu önemli. Karar oturumu. Avukat, kanunları bir yana bırakıp vicdanlara seslenen son savunmasını yapıyor: “Gözlerinizi kapatın” diyor ve “olayı hayal edin”. Tecavüz olayını anlatmaya başlıyor. Korkunç bir trajedi. Avukatın son cümlesi şu: “Mağdurun kızınız olduğunu hayal edin. Kızınız beyaz. Lütfen hayal edin, ona tecavüz edenler ise zenci”.  “Şimdi” diye savunmasını bitiriyor avukat; ”açın gözlerinizi ve karar verin”. Jürinin kararı: Baba suçsuz.
 
Pırıl pırıl kızlarımızdan biri olan Özgecan’ımızın katilini “linç edilmekten neden kurtarıyorsunuz” diye pek çoğunuz gibi, ben de isyan ettim. İkisi kız, dişçilik öğrencisi üç çocuğumuz da ABD’de hunharca öldürüldü. Onların da tek suçu Müslüman olmaktı. 

Bu tür cinayetlerin dini, ırkı, milliyeti, kültürü elbette olmaz. Ama şu bir gerçek. Dünyanın pek çok ülkesinde, Müslümanlara yönelik vahşi katliamlar hızla artıyor. Ülkemizde tecavüz ve bilhassa kadına yönelik şiddet de her geçen gün artıyor. Müslümanlara yönelik katliamlar için, “cihatcı Müslümanlar teröre meyyal, katledilmeyi hak ediyor” diyemeyeceğimiz gibi, Türkiye’deki kadın cinayetlerini de “bizim erkeklerimiz başka ülkelerin erkeklerine göre barbar ve vahşi” peşin hükmüyle asla değerlendiremeyiz. Her iki olayla ilgili, duygularımızı bir yana bırakıp, objektif bir değerlendirme yapmaya mecburuz.  
 
Önceki yazılarımın birinde Fransa’daki katliamı örnek alarak, Müslümanların katledilmesiyle ilgili fikrimi yazmıştım. 
 
Kadın cinayetleri ile ilgili fikrim şudur: 

Rakamlar açıklandı. Son yıllarda, erkeklere göre, kadın istihdamı inanılmaz derecede artmış. Bilinen bir gerçek ama rakamlar yüzde 90 gibi oranlardan söz ediyor. Yani bugüne kadar eve kapattığımız kadınlar, çok büyük bir yoğunlukla, çalışma hayatına dahil oluyor ve üretici bireyler olarak, dış dünyada kendi varlıklarını hissettiriyorlar. 
 
Bizim yıllar önce yaptığımız dar kapsamlı bir araştırmada da şunu gözlemlemiştik. İşyerlerindeki kadınlarla kadınların, erkeklerle erkeklerin rekabeti çok büyük bir değişiklik geçiriyordu. Çünkü “kadınlara özgü ve erkeklere özgü iş” ayrımı tümüyle ortadan kalkmıştı. Artık işyerlerinde erkekler, özellikle kadın işgücü ile rekabet etmek zorundaydı ve kadınlar erkeklerden daha sabırlı, daha uyumlu ve daha disiplinli çalıştıkları için, daha fazla tercih ediliyorlardı. Kadın işgücü, erkek istihdamına yönelik çok ciddi bir tehdit olarak algılanıyordu. Askerlik gibi bir engellerinin olmaması da avantaj sağlıyordu kuşkusuz ama, kadınlar; iş hayatına erkeklerden daha nitelikli, daha kariyerli başlıyorlardı. Çok hızlı yükseliyorlar ve erkek işgörenlere kıyasla çok hızlı yönetici statüsü elde ediyorlardı. Bu durum, erkeklerin çalışan kadınlara yönelik inanılmaz bir hınç duymalarına neden oluyordu. 
 
Kuşkusuz ki buna benzer araştırmalar bugün için teyid edilmeli ama, şu anda bizim bu verileri “case” olarak kullanmamamızda sakınca yok. Hepimizin gündelik hayatında tanık olduğu kültürel dokumuza sinmiş şu basit “case”leri de birer analiz verisi olarak ele alabiliriz: 

“14 Şubat sevgililer gününde sevgilisine pahalı hediye almazsa sevgilisi onun yüzüne bakmaz. Evlenirken madem ki, geline şu kadar eşya alındı, bu kadar takı takıldı, bilmem ne kadar masraf edildi. Kadın, bunun bedelini, kocasına ömür boyu kulluk ve kölelik yaparak ödeyecek. Kadın asalak, eli ekmek tutan kocasına muhtaç. Yuvayı dişi kuş yapar, kadın dizini kırıp evinde oturup kocasına hizmet etmeli. Kızını dövmeyen dizini döver. Kızın başı boş kalırsa, ya davulcuya gider ya da zurnacıya.” 

Buna benzer sayısız örnek sıralanabilir. Ama belli ki tüm bu örnekler kadına da, erkeğe de bir rol yüklemektedir. Son yıllarda, kadının dış dünyaya daha fazla adım atması, iyi eğitim alması, erkekten daha fazla çalışması, sosyal prestije daha fazla mazhar olması; kuşkusuz ki, sadece çalıştığı işyerinde değil, sosyal standartlar bakımından da erkeklerin kadına yönelik hınç beslemelerine gayri ihtiyari neden olmaktadır. Dikkatlerden uzak tutulmalı ki, bu hıncı tahrik edenlerin bir kısmı; kaynana, görümce, kıskanç ve haris kadın rakipler gibi, kadınların hemcinsleridir.   
En vahim olan ise kitle iletişim araçlarıdır ve buradan açıkça iddia ediyorum. Kadına yönelik şiddette, bana göre, onların ciddi bir payları bulunmaktadır. 

Marilyn Monroe’nin efsane filmlerinden birisini hatırlıyorum. Sarışın aptal kadın para ve zenginlik için herşeye razı oluyor. Bir Hollywod filmi daha hatırlıyorum. Kadın zengin bir koca buluyor. Kocasından gizlediği yetişkin kızını kocasına işe aldırtıyor. Kız üvey babasını ayartıyor. Anne kocasını suçüstü yakalayıp çok yüksek nafakalarla kocasından boşanıyor. Ekeğin kanını emen, para ve servet düşkünü, “şeytanın tapulu malı kadın” imgesi, benzeri pek çok filme ziyadesiyle konu olmuştur. Nitekim Katolik ahlak, ortaçağda olduğu gibi bugün de, kadını doğrudan doğruya “şeytanın hizmetkarı” olarak tanımlamaktadır. “Karının sırrı ile arının sırrına erilmez” lafı da, Yunan ve Grek mitolojik öykülerinden bize kalan bir mirastır.

Televizyonlardaki evlilik programlarının her birinde kadın; ev, araba, kat, yat karşılığı evlenmeye hazır bir fırsatçı olarak yansıtılmaktadır. Nitekim, erkeğin birisi geldi ve kadına dedi ki “özel uçağıma atlayıp seninle evlenmeye geldim. Peşimde koşan çok ama seni seçtim”. Gene Realty Show gibi bazı saçma sapan programlarda, kadınlar; gerçekte olmadığı halde, konu mankeni olarak kullanılıyor, onlara akıl almaz çirkinlikte imaj giydiriliyor ve kadına yönelik toplumsal nefret dolayımıyla raiting elde edilmeye çalışılıyor. Bana göre bunların en çirkini, adına “tarz” veya “stil” denilen programlar. Tesadüfen rast geldim ve sonra sıklıkla izlemeye başladım. Bir arkadaşıma dedim ki, “bunların üslubu neden bu kadar çirkin”. Arkadaşım,“yarışmanın formatı bu, böyle bir üslup kullanmaları telkin ediliyor”dedi.
İnanamadım. Gencecik kızlar, birbirlerini o kadar çok aşağılıyorlar ki, ben izlerken sinirlerim laçka oluyor. Onlar nasıl tahammül ediyor, anlamak mümkün değil. Jüri dedikleri kişilerin dili ise daha da çirkin. Bir de bu genç kızlarımızın, “şunun ağzının payını veremedin, yazıklar olsun sana” gibi telkinlere ve tahriklere sürekli maruz kaldığını düşünün. Daha da acısı, kadınlara bunu yapanların çoğu kadın.    

“Abartmayalım, bunlar birer televizyon oyunundan ibaret” demeyin lütfen. Öyle değil. Bizim algımıza giren her söz, görüntü, simge, yani medyatik üretimler; kayıt edilecek kadar dikkatımizi çektiği takdirde (ki bu programlar ciddi raitingler yaptığına göre, dikkatle izleniyor demektir), bilinçaltında muhakkak bir iz bırakır. Biz bunlara sleeper effect (medyanın kuluçka etkisi demektir) deriz. Kuluçkada bekleyen bu kayıtlarımız, hiç ummadığımız, beklemediğimiz anlarda, gayri ihtiyari nükseder ve biz farkında olmadan bizim davranışlarımızı takdir eder. Bu yüzden, hemen bütün reklam metinlerine,  şu veya bu biçimde, bilinçaltına hitap eden temalar sindirilir, ürünü tüketici gayri iradi olarak tüketsin diye. 

Bu tür programların neden olduğu bilinç tahribatını, üç ana kategoride basitçe özetleyebiliriz:  
Birincisi, mass medya, yayınladığı programlarda; çevremizdeki özne, nesne, eşya, kavram, simge gibi, her şeyle ilgili olarak bazı betimlemelerde bulunur. Bu bir tanım değildir. Tanım ile ilgisi olmayan bu betimlemeler, gerçeği başka bir gerçek olarak algılamamıza neden olur. Örneğin hepmizin bildiği bir kalem tanımı vardır. Ama bir dizi filminde kahraman kötü adamı “kalem” ile öldürdüğünde, bizim zihnimizdeki kalem tanımını değiştiremez ama kalemi, bilinçaltımıza, “kötü insanı öldürme aygıtı” olarak nakış gibi işler. “Elindeki ne” diye sorduğunuzda “yazı yazdığım kalem” cevabını alırsınız. Onun belleğinde kalem, gerçekten de kalem olarak kayıtlıdır. Ama sözgelimi, birisine çok kızıp sinirlendiğinde, farkında olmadan aynı kalemi, elinde bıçak gibi tutmaya ve sağa sola salamaya başlar.  Nesne aynı nesne olsa bile, belleğe nesnenin tanımı kaydedilir ama bilinçaltına onun betimlemesi yerleşir. Dolayısıyla medya, zararsız gibi görünen betimlemeleriyle, bilinçaltımızda, tam da, böyle bir “uyuyan etki” yaratır.   

İkinci olarak medya, ilgilerimizi, dikkatlerimizi, seçim ve tercihlerimizi; maça, karnavala, eğlenceye, magazine, tüketime yönlendirerek, algılarımızı önceden organize eder. Böylece, insanların pek çoğu, sıradan bir mankenin kaçıncı evliliğini nerede yaptığını, hangi takımın nereden, kimi transfer ettiğini, hangi popüler şarkıcının, hangi mekanda, kiminle kaçamak yaptığını bilecek kadar, boş işlerle zihnini meşgul ederken; örneğin evden dışarı çıktığında, ocağın altını yanık bırakıp bırakmadığını bile hatırında tutamaz hale gelir. Dış dünya sorunlarıyla ilgilenmek yerine, tıpkı hayvanlar gibi, bütün ilgileri beslenmek, güvenlik ve cinsellikten ibaret hale gelir. Sadece kodlanmış oldukları davranışları ortaya koyarlar. Özellikle kitle iletişim araçları ile günümüz sosyal medyası, hemen tümüyle bu amaca yönelik olarak işlev görmektedir. Gündelik yaşamın kolaylaştırmasına hiçbir katkı sağlamayan boş zaman aktiviteleri ile medya; kişileri sürekli meşgul etmektedir. Onların algılarını organize etmekte, muhakeme ve iradelerini mefluç hale getirmekte,  davranışlarını yönlendirmektedir.   

Üçüncü olarak televizyon gibi mass medya ile cep telefonu, internet gibi yeni medya aygıtları, duygularımızı sürekli yalama hale getirmektedir. “Non-meaning” kavramıyla tanımlanan bu kafa karışıklığı; çok anlamlı bir olayın son derece anlamsız, çok anlamasız bir olayın ise son derece anlamlıymış gibi algılanmasın neden olmaktadır. Örneğin pek çok kişinin katledildiği bir terör saldırısı son derece olağan ve bir o kadar önemsiz bir olaymış gibi verilirken, herhangi bir sinema filmi veya dizideki düzmece bir katliam sahnesi, o denli etkili bir biçimde sunulmaktadır ki, izleyiciler, teröristleri mağdur, mağdurları terörist gibi algılamaktadır. Aynı şekilde kadın veya çocuğa şiddet o kadar olağan hale getirilmektedir ki, bu olayların ne denli trajik olduğunu izleyiciler fark edememektedir. Örneğin dizi filmlerdeki karakterlerden birisine izleyici, ilk sezon lanetler yağdırırken, müteakip sezonda aynı karakter mağdur ve mazlum hale getirilmekte ve izleyicinin nefreti, merhametle ikame edilerek, dizinin izlenmesi sağlanmaktadır. Mass medya tarafından, sanal ortama taşınarak dikiş tutmaz hale getirilen duygular, gerçek dünyada da işlemez duruma dönüştürülmektedir.  Benzer olayları yaşayan insanlar, antipati mi sempati mi duyması gerektiğine karar verememekte; hangi durumlarda takdir, hangi durumlarda tenkid etmeleri gerektiğini kestiremez hale gelmektedir.  

Günümüzde, uyanık olmak ve uyanık kalmak gerçekten de zor. Bir de şunu açıkça söylemek zorundayım: Raiting uğruna, zihinlerimizin bu denli iğdiş edilmesini, hiçbir mazeret mazur gösteremez. Elbette, Özgecan’ımızı katleden sapıklardan sokaklarda, binlercesi dolanıyor. Ama aynı zamanda da bu tarz medyatik prodüksiyonlar; sapıkların, sapıklıklarını, kendi kendilerine meşrulaştırmalarına katkı sağlıyor. 

Bu tür programların sadece birer oyun olduğunu düşünenler, acaba bunun farkındalar mı? Farkındalarsa, kadınların katledilmesine, taammüden fetva çıkartıyorlar demektir. Farkında değilseler şayet, lütfen acilen fark etsinler.