BIST 9.080
DOLAR 32,34
EURO 35,10
ALTIN 2.310,54

İyilik eğitimi

Çocuklarınıza, sadece karınlarını doyurmayı öğretmeyin; onlara ruhlarını da nasıl doyuracaklarını öğretin.

Akşam iş çıkışı vakti. Hava ayaz mı, ayaz.

Sıkıca giyinip ofisimden dışarı çıkıyorum. Birden, yüzüme vuran soğukla irkildim.

Metroya doğru yürümeye başladığımda fark ettim onları.

Yerde oturan bir anne ve dört-beş yaşlarında bir kız çocuğu.

Önlerinde bir kutu. Kutuda birkaç bozuk para.

Yüzünden hüzün akan mülteci bir kadın ve yanında masum bakışlarıyla çivit gözlü kız bir çocuğu, o buz gibi havada gelip geçenlerin gönlünden kopan bir parça iyilikten nasiplenmeye çalışıyor.

Yüzlerinde, öyle dilenciliği meslek haline getirmiş kişilerin, sahte roller yapan hallerinden eser yok.

“Ayol, dilemesinler canım onlar da.” diye itiraz edecekler için; “Mevzumuz o değil. Tamam,

elbette dilenmesinler. Ama bu, bir sınavsa, karşılıklı sınanmaktayız. Unutmayın.” demek isterim.

Bu esnada, kestane renkli saçları omuzlarında, kemik rengi kabanı ile yanında, saçları örülmüş, kırmızı kaşkolu boynunda, altı-yedi yaşarlında ela gözlerinden sevinç bakışları yayan bir kız çocuğu belirdi.

Mülteci anne ve çocuğa yaklaşıp bir şeyler konuşmaya başladılar.

Ama anlaşamadıkları belli idi.

Onlar konuşurken ben yanlarından geçiyordum.

Yeni gelen kadın, bana şu soruyu yöneltmese belki o soğukta, ben de geçip gidecektim

- Arapça biliyor musunuz?

- Hayır, bilmiyorum, niçin sordunuz.

- Bu kadının evini öğrenmek istiyorum, onun için sormuştum, dedi.

- Evini niçin öğrenmek istiyorsunuz?

Kadının verdiği cevap, o buz gibi havada soğuyan içimi ısıtmaya yetti.

- Şurada arabam var. İçinde erzak ve eşya dolu. Şimdi onlara burada versem götüremezler. Ben evlerine kadar arabamla bırakmak istiyorum, dedi.

Eliye gösterdiği mütevazı arabası, ağzına kadar erzak doluydu.

Çevrede konuştuklarımızı duyan bir esnaf, “Ben Arapça biliyorum” diyerek bize yaklaştı.

Adam, mülteci kadına evinin yerini sordu.

Mülteci kadın:

- Niçin soruyorlar, dedi.

Adam:

- Size yiyecek getirmiş. Arabasıyla evinize bırakmak istiyor, deyince, mülteci kadının yüzündeki o içten sevinci görmeliydiniz.

O anda, yardım getiren kadın, onun gözlerindeki parıltıyı, yüzündeki tebessümü seyrediyordu.

Muhtaç bir insana iyilik yapmanın verdiği kalbindeki huzur, yüzüne yansıyordu.

***

Hikâyenin daha güzel ve ilginç tarafı ise bundan sonra yaşanıyordu.

Kadın, mülteci çocuğun ismini öğrenmişti. Adı, Elifti.

Elif’in soğuktan kızarmış yanaklarından öptü, başını okşadı ve kendi kızına dönüp yumuşak ve şefkat dolu bir sesle şöyle dedi:

- Zeynepçiğim. Bak bu kardeşin kaşkolu yok. Senin evde bir tane daha var. Kaşkolunu Elif’e hediye etmek istemez misin, canım?

Zeynep, hiç düşünmeden ve de mızmızlanmadan “Veririm anne.” diyerek, kaşkolunu çıkardı. O küçük elleri ve kocaman yüreği ile kaşkolunu Elif’in boynuna sardı.

Ve bunu öyle içten yaptı ki, hani bir oda dolusu oyuncağı olduğu halde, bir tanesini bile eve gelen misafir çocuğuna verememek için yeri göğü inleten çocukların kıskanç halinden eser yoktu.

Kadına,

- Ne iş yapıyorsunuz, diye sordum.

Kadın:

- Öğretmenim, dedi.

- Çocuğunuzu da yanınızda getirmişiniz. Çok iyi yapmışınız, tebrik ederim, dedim.

O da; “Evet, Özellikle yanımda getirdim.” dedi ve ekledi:

“İyilik yapmayı, paylaşmayı öğrensin diye getirdim.”

Şunu özellikle belirtmeliyim; kadın, zamanın ve mekânın hafızasına kaydedilen bu iyiliği, karşısındaki için bir mahkûmiyet değil; kendisi için bir mazhariyet olarak yapıyordu. Bu, her halinden belliydi.

(Ha unutmadan söyleyeyim; mülteci kadının mesleği de öğretmenmiş.)

Oradan ayrılırken, zihnimde şu söz belirdi:

“Çocuklarınıza, sadece karınlarını doyurmayı öğretmeyin; onlara ruhlarını da nasıl  doyuracaklarını öğretin.”