BIST 9.693
DOLAR 32,59
EURO 34,78
ALTIN 2.509,35

İnsan ve Varoluş

İnsan ve Varoluş

Her ne zaman bu iki kavram arasında bir ilinti kurma gereği duymuş isem, ‘Onların daha önce yaptıkları ile geriye bıraktıkları “izleri” yazarız’ (Yasin Suresi, 12) ayetini hatırlar ve özellikle ‘izleri’ kelimesine uzun uzun takılmışımdır. Asıl metinde Türkçede de kullandığımız ‘eser’ kelimesinin çoğulu olarak geçen ‘âsâr’ kelimesi insanın kendisinden ‘geriye bıraktığı her bir iz ve işaret’ anlamını taşır. İnsan, işte bu iz ve işaretlerde tarih, toplum, varlık, yaratılış, kutsal, ilk, son, hayat ve ölüm gibi bidayetten bu yana kendi muammasına adeta mahpus kimi sorularla buluşur.

Oysa bekli de farkına bile varmadan veya kim bilir seküler ve pozitivist kültürün etkisiyle olsa gerek ki, çoğumuz hayatın en kaba tanımını biyolojik bir süreç olarak tasavvur eder geçeriz. Bilmeyiz ki, bu tür bir tanımda insan diğer canlı türlerine müştereklikten gayrı bir paya sahip olamıyor. Oysa ‘varoluş’ insana özgü bir biçim olarak inançtır, ahlâktır, hürriyettir, eylemdir, değişimdir, değiştirmektir, ifnâ ve îcâttır. Dahası dünya gezegenine iz kazımaktır, tarih defterine kayıt düşmektir, beyinlere ve kalplere tohum ekmektir. Bütün bu izler elbette ki lafız ve manasıylasadece insana hastır.

Bu hususiyetin başat hale ulaştığı büyük ruhların ve cesur yüreklerin başında ise peygamberlerin geldiğine inanıyorum. Çünkü insan bilincine, tarihe ve topluma asla silinmeyen en derin izleri onlar kazıdılar. Hem de güneşi bile solduran zamanın pörsütemediği o derin izleri. Zamana inat semâya yükselen hürriyet abidelerini dikenler de onlardı. Azmanların altlarında cüceleştiği; kulla kulluğun köküne kibrit suyu döküldüğü o abideleri. Onlar, adalet şahikaları yükselttiler tepelerine insanlığın; zalimlerin korkulu rüyası olsun diye. Sonsuz rahmet gözesinden, merhamet suyu ile yeryüzü toprağını sulayanlar da onlardı. Ve insana, yaşamın süfliliğine hubûttan varoluşun ulviliğine urûcun yolunu gösterenler de.

Öyle ise, varoluş, ‘bir varmış’ı ‘bir yokmuş’a eşitleyen köhne ve kölece sıradanlıktan ve kokuşmuş durağanlıktan azâde olup, hayat iksiri ile tarih ve toplumun inkılâbına aslanca bir katılıştır. Oysa ‘yaşamak’ risksizliği din edinmiş tilkinin hayat tarzıdır. Çünkü o cebânetinin cezası olarak ancak aslanın kirlettiği avın artıkları ile geçinmeyi seçmiştir. Oysa varoluş aslancadır; el değmemiş avını bizatihi kendisi seçer, mücadelenin tadını; avlanmanın zevkini ise kendisi yaşar.

Özgürlüktür onun yazgısı, çünkü özgürlük, bir risktir. Bu risk, ancak yiğit ve coşkun yüreklerce göze alınır. Kader ise varoluşa irade koymuşların önünde titremektedir. Okyanus olmaya irade koymuş olana, yazgının kâtibi engin ufuklar tahsis etmiştir. Çünkü İkbâl’in ifadesi ile onun kaderi coşmaktır, daracık yataklara gelmez. Çiğ tanesi olmakla yetinene ise, kader kâtibinin yazacağı bir şey yoktur; çünkü onun kaderi, düşüp yok oluştur.

Varoluş, eşyanın hayat damarlarını oluşturan nehirler misali olmaktır, yani harekettir. Durgun sulardan tiksinti duyar o. Çünkü o Hindistan’a hayat veren Ganj, Afrika’yı sulayan Nil, Mezopotamya’yı yeşerten Fırat, Anadolu’ya can katan Sakarya, Balkanlar’a renk veren Tuna’dır mesela. Çorak hayatı yeşertmek içindir, tüm çırpınışı. Vuslat içindir, devinimi. Kaynağından alır hayat veren rolünü. Aynı kutsal kaynaktan beslenir aynı amaca matuftur İlahî Yasa. Gayesi hayat vermektir: Yani, “Allah ve Resûlü’nün hayat veren çağrısına katılmaktır”. Oysa yaşamak küçük ve durgun göllerde atalet, sefalet ve ufunettir. Varoluş, dev dalgalarla boğuşarak, sonsuzluğa kavuşmaktır. Büyük ruhlarla tanışmak için devinmek ve orada bekâyı yakalamaktır. Teslimiyet ve sükûnet içinde sonlularla birlikte fenayı beklemek asla değildir.

Varoluşa irade koymak, tek bir kader elbisesine sığmaz, her an yenisini talep eder. Onun vatanı yoktur. Çünkü hicret onun yoludur; hicreti olanın vatanı olmaz. Zira vatan yaşamaya teslim olmuşların sığınağıdır. Varoluşa karar vermişlerin ise durağa ve sığınağa ihtiyacı yoktur. Yaşamak, biyolojinin ilgisidir. Onun kafası, et ve kanla meşguldür. Kan, toprak ve et, onun evidir. Halbuki varoluşun aracı akıl, kitabı vahiy, hayatı ise, iman, aşk ve mücadeledir. Evi ise, tüm yeryüzüdür. Evinde akıl, aşk, iman ve mücadele vardır.

Varoluş bir cesarettir. Göklerin, yerin ve dağların çekindiği ‘ilâhî emaneti’ omuzlama cesareti... Varoluş sabırdır; zor çevrenin ve şartların dayanıklı yaratığı misali, dayanıklı ve tahammüllü olmaktır; sırtındaki yükü, menzile ulaştırıncaya dek yürümeye ahit koymuştur o... Yolculuğun çok tehlikeli ve hedefin çok uzak olduğunu bildiği gibi, her yolun mutlaka bir sonu olduğu inancıyla kuşanmaktır.

Varoluş düşünmek ve harekettir; her an yeni bir inşâ için rıbatta hazır bekleyiştir. Kısacası, İkbal’in aşağıdaki dizelerinde ifade ettiği gibi kölece bir hayatı tepip hür oluşu tercihtir:

 

Köle, günlerden kendine bir kefen dokur;

Gece ile gündüzü kendi üstüne örter.

Hür ise kendini çamurdan çekip çıkarır ve,

Kendisini gece ile gündüzün üstüne çeker.

Köle için günler bir zincirden gayrı bir şey değildir.

Dudağında daima “kader” kelimesi dönüp dolaşırken,

Hür insanın işi ise daima yeni bir şey yaratmaktır.”