BIST 9.693
DOLAR 32,51
EURO 34,76
ALTIN 2.494,16

EY ÖLÜM MELEĞİ! Acele et benimde ruhumu al!

Bu yazıyı Mustafa Koç'un ölümü ile kaleme alma ihtiyacı hissettim. Cenaze namazı sıralarında İlahiyat Fakültesinin civarında bir toplantıya katılmam icap ediyordu.

Kimilerine göre ölüm; yaşamın sona ermesi, yok olma, toprak ile buluştuğunda tozlaşan cesetler anlayışıdır.

Yaşlanma, sağlık problemleri, trafik kazaları ya da doğal afetler, çeşitli sıkıntı ve felaketler korkusu ile yüz yüze gelmek demektir.

Bazen kimileri için bu düşünceler yaşamı tahammül edilemez hale getirir.

Ölünce her şeyin bittiği inanışı ürpertir ve ölüm düşünüldüğüne hayat azaba bile dönüşebilir.

Yahya Kemal Bayatlı’nın "Geçiş" şiirinin son beytindeki anlayış gibi;

"Artık güneş görünmez olur, gök bulutludur,

Rahatça dal, ölüm sonu gelmez bir uykudur."

Böyle bakan gönüller için ıstırap vererek yorar insanı. Ölen kişinin cesedi ebedi şekilde sadece toprağa dönüşmek üzere yokluğun karanlığına teslim edilir.

Bu anlayış ve inanışın sahibi ölümü gündeminden uzaklaştırarak dünya nimetlerinin tamamına sahip olma arzusu içerisinde korkuları içindeki gizli ihtiraslarının esiri olur.

Bu esaret, ülkeler satın alabilecek bir servet sahibi yapar ölümden kaçmak isteyeni...

Neticesinde korkuların girdabına küçük menfezlerden sığabilen hayat ışıklarına dahi ölmemecesine tutunanlara ve dahi kendi nefsime seslenmek istiyorum!

Oysaki ölüm, hayata gözlerimizi açtığımız dünyadan, planlanmış ve programlanmış yaşam sürecinin bitiminde özümüz olan toprak bütünleşmesi ile başka bir dünyaya geçişimizdir.

Toprağa karışıp yok olma, hücrenin içerisinde toz olmaya bırakılmış yalnızlık değildir. Hayatın “ödülü” olan ölüm imanlı bir kalp tarafından düşünüldüğünde başka bir hayatta filizlenip yeniden yeşerme halidir.

İçerisine yerleştirildiğimiz hücre, kör kuyuda yokluğa bırakılmak yerine ötelere geçişimizin başladığı karanlık ya da aydınlık olacak tünelin başlangıcıdır.

Tünelin sonunda ya tahayyül sınırlarının dahi zorlanacağı ebedi mutluluklar meydanı ya da gözlerin gördüğü, kulakların işittiği, bedenin hissettiği dehşet ile yüzleşme meydanıdır.

Müşahede edebileceğimiz çok kolay bir mantık yürütelim;

Tohumları dahi tozdan ve çamurdan ibaret karanlığa gömdüğümüzde bize en leziz nimetleri filizlendiren toprak, yaratılmış en kutsal varlık insanın tohumunu yokluğa bırakır mı?

Bu yazıyı Mustafa Koç'un ölümü ile kaleme alma ihtiyacı hissettim. (Allah amelleri ile mukabelede bulunsun)

Cenaze namazı sıralarında İlahiyat Fakültesinin civarında bir toplantıya katılmam icap ediyordu. Trafik kilitlenmişti. Bu kalabalığı görünce tefekkür etmek düştü bana…

Aklıma Suriyeli çocuğun mektubu geldi. İnternet üzerinden mektubu buldum ve defalarca okudum.

Kalemimden yukarıda ki kelamlar dökülmeye başladı gayr-i ihtiyari.

Mektubu aynen buraya da alıntı yapmak istiyorum anlayışınıza sığınarak;

"Bu benim vasiyetimdir!

 Canım annecim! Senden benim güzel gülüşlerimi hatırlamanı ve yatağımı olduğu gibi bırakmanı istiyorum.

Ve sen ablacığım! Arkadaşlarıma de ki: ’O açlıktan öldü...’

Ve sen ağabeyciğim! Üzülme; ama ikimiz birlikte, ’Biz açız!’ dediğimizi hatırla.

Ey Ölüm meleği! Acele et ve ruhumu al ki artık Cennette yemek yiyeyim. Ben çok açım.

Ve ey ailem! Benim için korkmayın. Ben sizin yerinize de Cennette yiyebildiğim kadar çok yiyeceğim."

 Yüreği imanla doldurulmuş, idealleri ve duyguları Allah muhabbeti ile heyecanla atabiliyorsa, insan; ölümün hakikatini kavramış bir şekilde huzura doğru koşar diye düşündüm.

 Ve hemen dönüp kendi yüreğimi yokladım. Yüreğimden gelen ses “eyvah!” dedirtti bana, sadece eyvah!

Ölüm güzelliklerle dolu meydana geçişin tüneli, o zaman ölüm hayatın en güzel hediyesi.

Eğer tünelin sonu dehşet sahneleri ile karşılayacaksa bizi henüz ölmeden ışıklandırılmış tünelin yolcusu olmak da geç değil deyiverdim kendi kendime.