Ulusçulukla hesaplaşma zamanı geldi
Abone olDışişleri Bakanı Davutoğlu kendisini hedef alanları aynı sertlikte yanıt verdi, Kürt meselesi üzerine önemli açıklamalarda bulundu.
19. yüzyılda ortaya çıkan ulusçuluğun doğuda bölünmeyi
tetiklediğini savunan Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu,
"Hepimizin bu ayrıştırıcı kültürle hesaplaşma zamanı geldi"
dedi.
Yeni Türkiye'yi 6 ilkeyle açıklayan Davutoğlu, Kürt sorunu için
de "Ben bu anlamda salt bir Kürt sorunu olmaktan çok yeni
bir zihniyet oluşturma sorunu olduğu kanaatindeyim. Kürtlerin de
Türklerin de Balkan, Kafkas ve Ortadoğu milletlerinin de bu
yenilenmeye ihtiyacı var. Türkiye bu yenilenmenin merkezi olabilir.
Onun için de dışlayıcı mahkum edici bir dil yerine içselleştirici
ve harmanlayıcı bir söylemi benimsememiz gerek"
ifadelerini kullandı.
Ahmet Davutoğlu Ankara'daki resmi konutunda sorularını
yanıtladı.
Anjelına’ya biz mi söylettik?
900 kilometrelik sınırın Türkiye tarafı sıkıntılı. Başta Suriye’den
kaçanlara son derece merhametli yaklaşan bölge insanının ruh hali
tepkiye dönüştü gibi duruyor?
Bu ‘dönüştü’ ifadesine katılmıyorum. Hatay ve sınır illerimiz
sınırın öte tarafındaki insanlarla tarih boyu birlikte yaşamış. Bir
kader birlikteliği var, orada bir duvar yok. Büyük çoğunluğu kadın,
çocuk ve eli silah tutmayan yaşlı erkeklerden oluşan bu
insanlar sınırımıza doğru geldiklerinde ne yapmamız
beklenirdi? Olabilecek muhtemel riskler dolayısıyla ‘kardeşim siz
bulunduğunuz yerlerde öldürülün, tecavüze uğrayın ama ben risk
alamayacağım’ mı diyecektiniz.
Tabii ki 80 bin insanı bir bölgeden bir diğerine, aynı vilayet
içinde bile bir ilçeden bir diğerine götürseniz bir takım uyum
problemleri çıkar.
Biliyorsunuz bir çok BM ve diğer uluslararası kuruluşların
yetkilileri kamplarımızı ziyaret etti. Son olarak da BM Mülteciler
Yüksek Komiseri Antonio Guterres ve Angelina Jolie BM
mülteciler özel temsilcisi geldi. Ürdün’e de gittiler başka
kampları da gezdiler. Türkiye’deki kampları da gördüler ve bize
kamplarımızın standardı konusunda sebebiyle teşekkür ettiler. Biz
mi telkin ettik bunların söylenmesini?
Google Earth’den görünüyor
Eleştiriler daha çok Apaydın Kampı ve direnişçilerin Türkiye’de
silahlandırılması üzerinden yapılıyor. ‘Nasıl olur da başka bir
rejimi yıkmaya yönelik askeri harekatı buradan koordine ederiz?’
diye soruluyor. Sonuçta Apaydın’a CHP gitmedi ama giden MHP’li
vekiller de lojistik üs olduğu yönünde izlenim edindiklerini
söyledi.
Evet, insan hakları Komisyonu’nun MHP’li üyesi. Dolayısıyla
eleştirilerin temel noktası sığınmacıları niye alıyoruz değil Esad
karşıtlarına verilen askeri destek. Bunu Batı basını da çok
işliyor.
Apaydın Kampı ile ilgili açık bir provokasyon var, bilgiye
dayanmayan yorumlar var. Dümdüz bir alan. Saklı gizli bir yer
değil. Etrafta yüksek bir merdivene çıksanız kampın içini
görürsünüz. Google Earth’e baksanız detayına kadar görebileceğiniz
bir kamptır. En yakın köye mesafesi 1.5 kilometre. 130 dönümlük bir
alanın içinde 40 dönüm idari alan, mültecilerin kaldığı yer 90
dönüm. Bu alanda 2994 kişi kalıyor. Bunlar asker kökenli oldukları
için güvenlik gerekçesiyle özel olarak o kampta tutulmaları lazım.
Ayrıca bu kamptakilerin çocukları ve hanımları da yanlarında. Bir
kişiye yaklaşık 30 metrekarelik alan düşüyor. Böyle bir ortamda
nasıl silah eğitimi verilir? Birisi sapanla taş atsa başka bir
insana çarpar. Bunun mantığı var mı? Bütün bunları bilebilecek
olmalarına rağmen Sayın Kılıçdaroğlu ve ekibi niye kendi ülkesini
ihbar eder gibi konuşuyor?
Madem öyle siz neden CHP’li vekiller ilk gitmek istediğinde
izin vermediniz?
Bugün CHP Genel Merkezi’ne bile gitmek isteseniz önceden haber
edersiniz, sizi karşılarlar. Bir kuralı vardır. Siz yanınıza dört
beş basın mensubu alıp tamamıyla şov maksadıyla gitmeyi nasıl
açıklarsınız? O kampa oradakilerden izin alarak giriliyor.
Oradakiler sıradan insan değil ki rejimden kaçmış generaller
var.
Siz onların kimliklerini sakınıyorsunuz ama Riyad El Esad
başta olmak üzere oradaki bazı adamlar kendileri Youtube’a görüntü
yüklüyor.
Onlar kendileri bazı kararlar alıp uygulayabilir ben ona karışamam.
Mülteci bölgesi açık hava hapishanesi değil ki. Tabi ki dünyanın en
önemli olaylarının döndüğü yerle ilgili bazı ilgiler uyanacak.
Kaldı ki oraya Meclis İnsan Hakları Komisyonu’na kadar hiçbir
siyasi gitmedi, ben de gitmedim. Orada şüphe uyandıracak hareketler
nasıl yapabiliriz? Düşünün şimdi 3 milletvekili, ertesi gün başka
biri, ertesi gün bir STK gelse oradaki güvenliği biz nasıl
sağlarız? Şimdi gittiler işte ama biz nasıl her talep edene
açabiliriz kampları? Geçen sene Harmuş isimli bir asker bir görüşme
sonrasında kamptan ayrıldığı ve kaybolduğu ve daha sonra da
Suriye’de öldürüldüğü için büyük zan altında kaldı Türkiye. Bütün
bunlar yaşanmışken biz niye risk alalım? Hangi CHP milletvekili
sivil kamplara girmek istemiş de izin alamamış? Sizin bütün
derdiniz Beşar Esad’ı haklı çıkartmak mı? Esad Türkiye’ye karşı ne
argüman kullanıyorsa Kılıçdaroğlu içerde aynı argümanı kullanıyor.
Bizim politikamıza muhalefet edenler Esad’ın PKK’ya destek
verdiğini kabul ediyor. Dönüp Beşar Esad’a niye PKK’ya destek
veriyorsun diye sormak yerine Türkiye’ye dönüp Beşar Esad ile niye
dost olmadın diye soruyor. Bunun vatanperverlikle ne alakası
var?
Miloseviç’e destek verenler özür diledi
Beşar Esad bütün bunları Osmanlıcı bir motivasyonla
yaptığınızı ileri sürüyor.
Boşnakları katlederken Miloseviç’in kullandığı argümanların hepsini
bugün Beşar Esad kullanıyor. Bakın burada 1 Mart 1993 tarihli bir
röportaj sizin gazetenizde. Başlığa bakın Osmanlı ruhu bizi tehdit
ediyor diyor Miloseviç. Bugün Beşar Esad ve bazı çevreler de Yeni
Osmanlıcılık diye bizi suçluyor. Aliya İzzetbegoviç’i sorumlu
tutuyor ve Özal’a fundamentalist diyor Miloseviç o gün. Özal’a
fundamentalist denmesiyle bugün bize, Sayın Başbakana İslamcı,
Sünni politika takip ediyor denmesi paralel bir zihniyet. Esad’ınki
de bugün aynı taktik. Hak arayan halk terörist ve Türkiye suçlu.
Sıkışan bu argümanlara sarılıyor. O zaman da bu tür görüşler Türk
basınında yer bulabiliyordu, bugün de buluyor.
Baykal’ın hakkını teslim etmek lazım
Gazeteci herkesle konuşur ama...
Konuşur konuşur da attığınız manşetin toplumsal karşılığını
görmeniz lazım. Ben niye Miloseviç ile röportaj yapıldı demiyorum
ama bu yolla yapılana bir propaganda faaliyetine de zemşn
hazırlamamak lazım. Peki kim haklı çıktı? Tarih bugün
Miloseviç’i nasıl yargılıyor, Aliya İzzetbegoviç’i nasıl
yargılıyor? Geçmişte Miloseviç’in yanında duranlar sonra özür
dilemek zorunda kaldılar. Şimdi de Esad’ın yanında duranlar,
tarihin önünde de Suriye halkının önünde de utanacaklardır.
Ortadoğu’da hiçbir yerde sokağa çıkamazlar. Burada şunu da
söylemem, hakkını teslim etmem lazım. O dönemde Sayın Baykal
Yugoslavya sosyalist olmasına rağmen bazı aydınlarla Bosna’ya gidip
bu zulmün karşısında durmuştur. O gün Sayın Baykal bunu yapabilmiş,
bugün ise Sayın Kılıçdaroğlu ideolojik akrabalığı nedeniyle Suriye
halkının karşısında Esad’ın yanında yer alıyor. Ama öbür yandan
Sosyalist Enternasyonal’den çıkan metnin Suriye’yle ilgili bölümü
benim altına imza atacağım bir metindir. Bizim Ak Parti olarak
takip ettiğimiz politikayı tarif ediyor. Şimdi kendisi Sosyalist
Enternasyonal Başkan Yardımcısı. Bu ne riyakarlıktır. Ya bu metni
okumadı ya da Türkiye’de başka orada başka konuşuyor. Aynı metnin
Kürt sorunuyla ilgili bölümü ise tam bir yüz karası. Buna sadece
itiraz etmiştik diye geçiştiremezsiniz. Her hangi bir Türk
siyasetçinin Kürt sorunuyla ilgili o metnin kabul edildiği salondan
derhal çıkması gerekir. Nitekim geçmişte benzer durumlar da böyle
davranılmıştı. CHP toplumsal zemini güçlü bir ana muhalefet partisi
kimliğinden uzaklaşıyor ve marjinal bazı grupların etki alanına
giriyor.
Rejim değişen ülkelerde Müslüman Kardeşler ekolünü
desteklediğiniz yönünde bir kanaat var. Sünnicilik yapıyor
musunuz?
Söz konusu bile değil. Kuzey Afrika’da Mısır, Tunus, Libya, Fas
zaten hemen hemen tümüyle Sünni ülkeler. Mısır’da Tahrir’deki halk
da Sünniydi, Mübarek de Sünniydi. Bin Ali’ye Kaddafi’ye Sünni
oldukları için onlara sahip mi çıktık? Beşar Esad’ın 2004’te
Lübnanlı Sünni bir lider olan Refik Hariri’ye suikast ile
suçlandığı dönemde biz niye Suriye ile ilişkileri geliştirdik?
Sünnicilik yapacak olsak, İhvan’ı destekleyecek olsak o zaman
yapardık. Beşar Esad geçmişte Sünni idi de şimdi mi Nusayri oldu?
Biz Nusayri olduğunu bile bile iyi komşuluk ilişkileri
geliştirdik.
“Sünnicilik” siyasi kültürümüzde yok
Peki ya İran? Tahran yönetimi bugün Şii kartını
kullanarak sizi ikili ilişkileri savunamayacağınız bir
noktaya itmiyor mu?
Türkiye İran ilişkilerine de geliriz. Ama bu mezhep meselesinde bir
şeye dikkat çekmek istiyorum. Bu iddiayı ortaya atan kim? Beşar
Esad. Sonra da ondan alarak kullanan muhalefet ve bir kısım
uluslararası medya. Devlet geleneğimizde bu yok. Bizim de Ak Parti
hükümeti olarak siyasi kültürümüzde bu yok. Sırf Ak Parti’yi ve
hükümetimizi yıpratmak, stratejik derinlik ve komşularla sıfır
sorun kavramlarını geçersiz kılmak için Türkiye’nin
mezhepçilik yaptığı iddiasını ortaya atıyorlar.
Böyle mi hissediyorsunuz... sizi ve ‘stratejik derinlik’
teorinizi hedef aldıklarını mı hissediyorsunuz?
Yazılanlar da bu öne çıkıyor. Ama asıl bu kavram üzerinden
hükümetimizin başarılı dış politika çizgisini yıpratmak, tahrip
etmek istiyorlar.
Hatta hükümetin değil Davutoğlu’nun dış politika anlayışı
deniyor sıklıkla.
Ben hiçbir zaman çıkıp da bunlar Davutoğlu politikası demedim,
‘Stratejik Derinlik’ politikası da demedim, eleştirenler bu şekilde
eleştiriyorlar. Bu Ak Parti ile birlikte gelen hükümetlerin
yürüttüğü bir politikadır. Bu politika Türkiye Cumhuriyeti
hükümetinin politikasıdır. Ama bana yüklenerek politikayı
şahsileştirme çabası var. Bir eksiklik, hata, suç varsa onu
şahsileştirme güya. Bu dokuz yıldır süre geliyor. Bazen eksen
kaydırıyorum diye suçlanırım, bazen Amerikan karşıtlığıyla.
Son dönemde de Amerika’nın taşeronu diye...
İşte bazen de başka şekilde. Bir kere bir insan; ister akademisyen
ister bakan olsun, eğer herkes tarafından övülüyorsa iki ihtimal
vardır. Ya bu insan riyakardır, herkese duymak istediği şeyi
söylüyordur ya da burası otoriter bir rejimdir. Ben herkes
tarafından takdir edilmeyi beklemiyorum. Aksine demokrasinin gereği
eleştirilmeyi çok doğal ve sağlıklı buluyorum. Bazen benim için en
fazla eleştirel yazılar yazanları telefonla arayıp konuşuyorum.
Yazarlardan kimi aradınız mesela en son?
Onu dersem o zaman öbürlerini de söylemem gerekir. Ama uzun
sohbetlerde görüşlerini aldığım insanlar oldu. Eleştiren kişi kendi
içinde tutarlı ise ben onu ciddiye alırım. Ama bazılarının ne
istediği belli değil. Beşar Esad gitsin mi, kalsın mı?
Kapımıza gelen Suriyelileri alacak mıyız, hayır gelmeyin mi
diyeceğiz? Siz ne diyorsunuz onu söyleyin. Birleşmiş Milletler’de
İran’a yaptırımlara hayır dediğimizde İrancı oluyoruz, eksen
kayıyor, Suriye’de Beşar Esad’a artık yeter dediğimizde sünnicilik
yapıyoruz, Batı yanlısı oluyoruz. İsrail’le ilişkiler bozulduğunda
İsrail karşıtı Orta Doğucu diye etiketliyorlar, NATO’da füze
savunma sistemini onayladığımızda İsrail’in güvenliğini sağlamakla
eleştiriyorlar ve tüm bu eleştirilerin hepsi hep aynı yerlerden
geliyor. Bir karar verin artık. Onlara göre her koşulda Ak Parti
politikası iflas ediyor, Türkiye ise mutlaka kaybediyor. Ona yakın
uluslararası zirveye evsahipliği yaptığımız Haziran ayında Türk dış
politikası çöktü ifadeleri ile eleştirinin çok ötesinde hakarete
varan yazılar bir kampanya şeklinde kaleme alınıyorsa bu objektif
ve tesadüfi bir eleştiri olarak görülemez. Azerbaycan, Ukrayna,
Mısır, Rusya, Bulgaristan ve Yunanistan ile yüksek düzeyli
işbirliği konseyi mekanizmalarının işlediği Gürcistan ile
pasaportların dahi kalktığı şu günlerde bizden ve
politikalarımızdan bağımsız olarak gelişmiş Suriye krizinden
hareketle komşularla sıfır sorun ilkesinin çöktüğünü büyük bir
mutluluk içinde ilan edenlerin iyi niyetinden bahsedilebilir
mi.
O koronun şefine sesleniyorum
Niye sizi hedef seçtiklerini düşünüyorsunuz?
Burada mantıksal bir tutarlılık yoksa siyasi art niyet vardır. Son
dönemde bakıyorum hiç dış politika yazısı yazmayanlar bile bu
argümanları alıp dış politika yazarı oldular. O zaman bir koro var
burada. Bir plan dahilinde bizim ortaya koymak istediğimiz dış
politika zihniyetini yıkmak isteyen bir koro var. Ben şimdi bu
koronun şefi kimse o şefe sesleniyorum; bizi yıldıramazsınız. Dokuz
yıl içinde Türkiye dış politikada bir zihniyet devrimi yaşadı. Hani
benim için gençlik rüyalarını görüyor diyorlar ya, bunları bir
zamanlar sosyalist olup da bugün rüyalarını kaybedenler söylüyor.
Değişik ideolojilere mensup olsak da bizim neslin, 60lı 70li
yıllarda üniversite hayatını yaşamış neslin zihninde hep daha
farklı bir Türkiye, daha farklı bir dünya algısı vardı. Türkiye
algısının temeli kimseye muhtaç olmayan, bağımsız, vakur, bir ülke.
Solcusu da sağcısı da İslamcısı da ... Kimisi buna büyük doğu
diyor, kimisi tam bağımsız Türkiye diyor, kimisi Büyük Türkiye diye
kavramsallaştırmıştır. Dünya için de sömürüye, baskıya, dayatmaya
karşı eşitlikçi ve adaletçi düzen kurmak. Şimdi biz
aslında bu iki özlemi var olan dünya realitesine taşımak istiyoruz.
Fakat zihnimizde hep bu özlem, bu rüya var. Bizim politikalarımıza
karşı çıkanlarda o rüyaları kaybetmenin psikolojik etkileri olduğu
kanaatindeyim. Biz ise kim ne derse desin bu rüyayı bu özlemi terk
etmedik, terk etmeyeceğiz. Martin Luther King’in bir Amerikan
rüyası olmasaydı Obama başkan olamazdı. İki nesil sonra güçlü
Türkiye’nin vakur vatandaşlarına vicdanın egemen olduğu bir dünya
bırakmak için bizim bu rüyalarımızdan hiç kopmamamız lazım. Bizim
bu rüyalarımıza karşı eyyamcılık teklif edenler var. Türkiye’yi
etkilemesi kaçınılmaz olan gelişmeleri yönlendirme çabalarına karşı
‘bize ne’ diyenler aslında Türkiye’nin etrafına duvar
örülebileceğini zanneden ve Türkiye’yi bu teknoloji çağında kendi
içine kapatmaya çalışan statükocu bir zihniyetin
savunucularıdır.
Size yakıştırılan Yeni-Osmanlıcılık da gençlik rüyanız
mıydı?
Benim rüyamdı Balkanlarda Boşnak ve Sırp bakanları biraraya
getirmek. Kafkasya, Ortadoğu’da birbirleriyle çatışan grupları,
Orta Asya’da aynı kültür havzasının mensupları olan
toplulukları bir araya getirmek, açlık ve sıkıntılar içinde yaşayan
en az gelişmiş ülkelerin mazlum insanlarına elimizi uzatmaktı.
Saraybosna’yı yıllarca rüyasında gören bir insan olarak
Saraybosna’da Sırp ve Boşnak bakanları bir araya getirdiğimde
rüyamı gerçekleştirmekten büyük mutluluk duydum. Suriye ile İsrail
arasında yıllarca süren çabalar sonucunda dolaylı görüşmeleri
yürüttüğümüzde de, gerçekleştirilmesi imkansız görülen Tahran
anlaşmasını imzaladığımızda da aynı barış rüyası ile hareket ettim.
Şimdi düşünün İsrail’in saldırıları ile Suriye-İsrail görümleri
akamete uğramasaydı, ya da Tahran anlaşması hayata geçirilseydi
bugün nasıl bir bölgede yaşıyor olurduk. Bunların
gerçekleşmemesinin sorumlusu biz miyiz? Yine ben evet bir Türk
olarak, Orta Asya’da o kadar çabadan sonra bir Türk Konseyi’nin
kurulmamış olmasının eksikliğini duyuyordum. Bugün bu konseyin her
toplantısına katıldığımda eksik bir halkanın tamamlandığını
hissediyorum. Cengiz Dağcı’nın cenazesini bizzat Kırım’a defnetmek
benim için onur vesilesi oldu. Geçen sene En Az Gelişmiş Ülkeler
Zirvesin gerçekleştirdiğimizde de, Somali ve Arakan’a giderek
mazlumlarla kucaklaştığımızda da evet bütün insanlık için adalet
arayan bir rüya adına hareket ediyorduk. Osmanlı’nın hiç egemen
olmadığı Orta ve Güney Afrika’da, Latin Amerika ve Uzak Asya’da üç
yıl içinde otuzu aşkın büyükelçilik açarken ülkemiz adına
geliştirdiğimiz rüyalarımızdaki yıllarca ihmal edilen eksik
halkaları tamamlıyorduk. Bunlara Yeni-Osmanlıcılık diyorlarsa bu
onları bağlar beni değil. Şimdi bizi eleştirenler ne yapmak
istiyorlar? Diyorlar ki; diz çökün, unutun bu zihniyet devrimini,
bu özgüveni, deyin ki ‘hata yaptık’.
Haysiyet cellatlığı yapıyorlar
Sizi şahsen hedef alanlar da parti içinde ikilik yaratmaya
yönelik bir niyet görüyor musunuz?
Ben kendi başına bir Dışişleri Bakanı değilim, Başbakanımızın
kurduğu kabinenin bir üyesiyim, o ekibin bir parçasıyım. Başarı da
bütün hükümetimizindir, eksiklik varsa o da hepimizindir. Tabi dış
politikada eksiklik varsa bunun muhasebesini de üstlenen ve her
türlü soruya cevap vermesi gereken de benim. Ama eleştirilerdeki
edep eksikliğinin amacı haysiyet cellatlığı. Bu kadar tutarsız
eleştiriler yapılırken bize Fatin Rüştü Zorlu’yu hatırlatanlar bile
çıktı. Bunun artık bir eleştiri niteliği yok kasıtlı bir siyasi
operasyon niteliği var. Bir kere Zorlu bir demokrasi kahramanıdır
ve demokrasi yolunun bedelini de canıyla ödemiştir. Biz de bu yola
çıkarken bu bedeli ödemeye hazır olarak çıktık.
İstifayı hiç düşünmedim
Bir ara epey de dedikodu çıktı istifaya hazırlanıyorsunuz
diye.
İşte siz de dedikodu diyorsunuz. Niye ciddiye alalım.
Hiç bunu düşündünüz mü?
Yok, söz konusu değil. Ben daha önce başdanışman iken akademik
hayata dönmek için birkaç kez Sayın Başbakandan izin istedim. Ama
hiçbir zaman üzerime aldığım bir görevi hakkıyla yerine getirmek
dışında bir kaygım, düşüncem olmaz. Bu tür eleştirilerle bizi
yıldıramazlar.
O zaman 30 Eylül’deki Ak Parti Kongresi’nde de bir görev
değişikliği beklemiyorsunuz?
Dışişleri Bakanı olmam benim iradem değildi, Başbakanımızın ve
partimizin iradesiydi. Şimdi de ben kendimi bir yerde baki, daimi
görmem hiçbir zaman. Bulunduğunuz koltukta daima kalacağınız
hissine kapıldığınız anda koltuk misyondan daha önemli hale gelir.
Böyle bir duygunun oluştuğunu hissettiğim an bu koltuğu
bırakırım.
İki üç yıl içinde Türkiye’nin siyasal sisteminde de değişiklik
olacak gibi. Başbakanın Çankaya Köşkü’ne çıkma iradesini de
anlıyoruz çeşitli vesilelerle. İç tüzüğünüze göre üç dönem
vekillikten sonra biraz dinlenecek olan arkadaşlarınız da var. Bu
resme bakılınca ciddi bir aday olarak görünüyorsunuz.
Söyledim ben Dışişleri Bakanlığına istekli ve planlı gelmedim.
Doğal şartlar sonucunda yıllarca biriktirdiğim ilmi müktesebat ve
Sayın Başbakanın teveccühü ile bu görevi yürütüyorum. Nasıl
başdanışmanlık görevini yürütürken zihnimin ucundan başka bir şey
geçmediyse şimdi de başka bir plan içinde olmam, olmayı da zul
addederim. Ne buna göre bir hesap yaparım, ne de kaderin akışı
içinde benim omuzlarıma yüklenen sorumluluk dışında herhangi bir
şey düşünerek zihnimi yorarım. Şu anda zaten Türkiye’nin geleceğini
ilgilendiren o kadar önemli meseleler var ki, bu arada zihnimin bir
dakika için bile şahsi bir hesap için meşgul olmasını ahlaki olarak
büyük bir zaaf olarak görürüm.
Beş kelime ile ‘Yeni Türkiye’yi nasıl
tanımlarsınız?
Beş kelime değil de altı ilke ile cevap vereyim. Bir; Toplumsal
özgüven, İki; insan haklarına dayalı özgürlükçü bir anayasal
çerçeve, üç; Doğu’nun erdemini Batı’nın rasyonalitesi ile
birleştiren kültürel rönesans. Dört; farklılıkları içselleştirici
ve harmanlayıcı yeni bir siyasal kültür ve düzen, Beş; verimliliği
sosyal adalet anlayışı ile sentez eden sürdürülebilir bir ekonomik
kalkınma, Altı; bütün bunlara dayalı uluslararası alanda etkin ve
sözü geçen bir küresel güç.
Biraz somutlaştıralım. Mesela bahsettiğiniz siyasal yapı
yenilenmesinin sonunda Türkiye bazılarının iddia ettiği gibi bir
ılımlı İslam ülkesi mi oldu?
Bir kere ülkeleri böyle tanımlamak doğru değil. Bu tanımın baştan
kendisi yanlış.
Batı’nı öteden beri ülkeleri kendilerine göre
terminolojilerle tanımlamak gibi bir eğilim yok mu? ABD bunu
yaptı.
Siyasi akımlar için kullanır da ülke için nasıl kullanılacak?
Başkan Bush döneminde Amerika’daki dini eğilimler daha yüksek diye
Amerika radikal Hıristiyan Amerika oldu da, Obama gelince ılımlı
Hıristiyan mı oldu? Böyle bir tabiri Amerika için mazur görüyor
muyuz? Ya da İsrail’de Netenyahu işbaşındayken radikal Yahudi, onun
yerine İşçi Partisi geldiğinde ılımlı Yahudi bir ülke mi oluyor?
Hıristiyanlar için Yahudiler için kullanılmayan bir tabir niye
Müslüman ülkeler için kullanılıyor?
Vaktim olsa kürtçe öğrenirim
Sizin kafanızdaki ‘Yeni Türkiye’ Kürt meselesini nasıl
çözmüş bir Türkiye olacak?
Öncelikle temel tespit yapmak lazım. 19. yy ideolojisi olan
ulusçuluk Avrupa’da feodalite ile bölünmüş yapıları bir araya
getirip ulus devletleri doğurdu. Bizde ise tarihten gelmiş organik
yapıları dağıtarak geçici ve suni karşıtlıklar ve kimlikler ortaya
çıkardı. Hepimizin bu ayrıştırıcı kültürle hesaplaşma zamanı
geldi.
Ulusçuluk Avrupa’da bütünleşmeyi bizde bölünmeyi getirdi
demek istiyorsunuz.
Evet. Bununla hesaplaşma zamanı gelmiştir. Herkesin toplumsal
kültürel kimliği, dili başlı başına insanlık birikimi açısından
değerlidir. Ama bu bölünme değil birleşme vasıtası olarak
değerlendirmeli ortak aidiyet bilincini güçlendirecek şekilde
yorumlanmalıdır. İki yüzyıl önce şehirlerimizde mahallelerimizde iç
içe yaşayan Türkler, Ermeniler, Araplar, Rumlar, Arnavutlar ve daha
bir çok farklı etnik ve dini kimlik bugün bu organik yapıdan
koparılmış durumda. Yeni kopuşlara izin vermememiz gerek.
Peki yeni kopuşlara izin vermeden bu meseleyi çözmenin
formülü nedir?
Kürt sorunu iki temelde ele alınabilir. Tarihin derinliğine kadar
giden kadim birliktelik ve modern bir devletin eşit vatandaşları
olma bilinci ve hakkı. Bugün ortak aidiyetimizin temeli bu
iki esastır. Yani tarihdaşlık ve vatandaşlık. Birincisini PKK
sarsmaya çalıştı. İkincisi ise 12 Eylül yönetimi ve sonrasında
yapılan hatalar sebebiyle sarsıldı. Birincisinden kastım, kadim
beraberlik PKK’nın ayrıştırıcılığıyla sarsılıyor. 12 Eylül dönemi
başta olmak üzere geçmişte yapılan yanlış uygulamalar, eşit
vatandaşlık temelinde olması gerekenlerin yapılmaması da bir travma
yaşattı. Şimdi bizim siyaset anlayışımız bir yandan bu kadim
birlikteliği tahkim etmeyi, diğer yandan devletin eşit vatandaşları
bilincini de özgüvenini de tüm vatandaşlarımıza vermeyi amaçlıyor.
Bu iki unsur temel alınarak her türlü fikir tartışılabilir. Ben bu
anlamda salt bir Kürt sorunu olmaktan çok yeni bir zihniyet
oluşturma sorunu olduğu kanaatindeyim. Kürtlerin de Türklerin de
Balkan, Kafkas ve Ortadoğu milletlerinin de bu yenilenmeye ihtiyacı
var. Türkiye bu yenilenmenin merkezi olabilir. Onun için de
dışlayıcı mahkum edici bir dil yerine içselleştirici ve
harmanlayıcı bir söylemi benimsememiz gerek. Ben tüm dillere
olduğu gibi Kürtçe’ye de çok ilgi duyuyorum Vaktim olsa ilk
yapacağım işlerden biri bu bölgedeki tüm dillere olan kulak
aşinalığımızın üzerine Kürtçe öğrenmek olurdu. Bu dillerin
Arapça’nın, Farsça’nın Türkçe ile iç içe geçmişliği bile aslında
toplumlar olarak ne kadar iç içe olduğumuzu ortaya koyuyor.
Türkiye’nin zaafı gibi görünen şey aslında onun üstünlüğü. Türkiye
hala bütün bu parçalanmış kimlikleri birleştirebilecek yegane
merkezdir.
Suriye’deki gelişmeler kuzeyde Irak tipi bir Kürdistan
bölgesinin kurulması ile sonuçlanırsa bu Türkiye’nin kendi Kürt
meselesini nasıl etkiler?
Yöntem esas kadar önemlidir burada. Suriye’de bütün Suriye
vatandaşlarını temsil eden mecliste bir araya gelir ve karar verir.
Peki Türkiye’de böyle değil mi? Anayasa Komisyonu’nda Ak Parti
hükümeti bu kadar büyük bir çoğunluğa sahip olmasına rağmen diğer
bütün partilere dörder kişi eşit şartlarda temsil edilmeyi kabul
etmedi mi? Ne talep ediyorsanız o komisyonda talep edersiniz.
Siyaset müzakereyle taleplerin hayata geçirildiği yerdir. Oralarda
talep edersiniz, bütün ülkeyi kuşatacak şekilde. Size meclisteki
temsil oranınızın çok üzerinde, yüzde 25 olarak Anayasa
Komisyonu’nda temsil hakkı verilmiş. Bu siyasal kanallar açıkken
burada talep etmek yerine silaha başvuran kesimlerle kucaklaşmaya
başlarsanız burada yöntemde bir sapma var demektir ve bunun
demokrasi ile izah edilebilir bir tarafı yok. Başka ülkelerde bütün
yollar kapanmışsa olur olmaz ama Türkiye’de bütün kanallar açıkken
hala birilerinin silahı bir yöntem olarak kullanmasını mazur
göstermek bir siyasetçiye yakışmaz.
Seçilmiş milletvekillerinin dokunulmazlıklarının
kaldırılması demokrasiye yakışır mı?
Başbakanımızın orada söylediği çok açıktır. Tercihinizi yapın.
Zemin belli. Bu temel bir sorudur. Bugün gerçekten BDP’liler
kendilerine her türlü kanalın açık olduğu, parlamenter sistem
içinde her türlü tartışmayı özgürce yapabildikleri bir zeminde
siyaset yaparak kendi taleplerini gündeme getirmek mi yoksa
Gaziantep’te olduğu gibi sivil vatandaşlarımızı da öldüren terörün
içinde yer almak mı istiyorlar? Bu tercihin yapılması lazım.
24 saatim olsa tefekkür ederim
Hayata dair bir pişmanlığınız var mı?
Yürüttüğüm görevin hassasiyeti sebebiyle akademik yayınlarıma ara
verdim. Bazı kitaplarımın çevirilerine izin vermedim ama şimdi
geriye baktığımda bunun çok da doğru olmadığını düşünüyorum.
Pişmanlık demeyeyim ama iki şeye üzülüyorum. Birincisi, akademik
yayınlarımı geciktirmek. Bir çok kitap projemi ertelemiştim.
İkincisi de, o dönem özellikle başdanışmanlığımın ilk yıllarında
büyüme çağında olan çocuklarıma daha fazla vakit ayırmamış
olmak.
Yeniden dünyaya gelseniz hangi mesleği
seçerdiniz?
İnsanın varoluşuna anlam katan her türlü meslek kutsaldır ve
mesleğin tek bir ölçüsü insana mutluluk vermesidir. Ama benim için
her zaman hocalık ayrı bir öneme sahip. Yetişmiş bir talebemi
gördüğümde ya da çok eski bir makalem önüme geldiğinde ömrümün
bereketlendiğini, ölüm sonrasında da hayata geçecek bir tohum
attığımı düşünürüm. Hiç bir şey bana dolu bir sınıf ya da
kitaplarla dolu bir oda kadar mutluluk vermez.
Tamamen kendinize ayıracağınız net 24 saatiniz olsa okumak
dışında ne yaparsınız?
Zihnimin ruhumla bulaşabileceği bir ortamda aralıksız tefekkür ve
muhasebe.