Nedim Şener'den bomba cemaat açıklamaları

Abone ol

Ergenekon davasında tutuklanan ve bir yıl Silivri'de kalan Nedim Şener, Cemaat'e yönelik operasyonların birbirini takip ettiği günlerde "İntikam peşinde değilim" diyor. İşte Şener'in birbirinden dikkat çekici açıklamaları...

İNTERNETHABER - ÖZEL İÇERİK

handeaydemirtv@gmail.com
hande.aydemir@internethaber.com
@HandeAydemirTV

Nedim Şener, Türkiye'de araştırmacı gazetecilik geleneğinin temsilcilerinden biri. Yazdığı kitaplar ile yolsuzluk iddialarından gazeteci cinayetlerine kadar pek çok konuda bilinmeyenleri ortaya çıkardı. Yaptığı gazetecilik çoğu zaman birilerini rahatsız etti. Ergenekon hakkında kitap yazarken, adı aynı davanın uzantılarından birine dahil edildi ve Ahmet Şık ile birlikte tutuklanıp cezaevine atıldı. Olaylarla ilgisi olmadığını anlatmaya çalıştığı mahkeme safahatı sürerken 1 yıl Silivri cezaevinde kaldı.

Şimdi Şener'in yargılandığı dava Cemaat'in hükümete yönelik kurduğu kumpas ile ilişkilendiriliyor. Hayatından bir yıl çalınan Nedim Şener ise "intikam peşinde değilim" sözleri ile herkesin dikkatini çekiyor. Cemaatin gazetelerinde yazan isimlerin "basın özgürlüğü" kavramını kullandığını, içini boşalttığını ve buna hakkı olmadığını söyleyen Şener, Can Dündar davası ile ilgili de çok çarpıcı açıklamalar yaptı. "Casusluk" ve "Hainlik" damgalarının iktidarın dilini konuşmak olduğunu ve gazetecilerin meslektaşları için bu şekilde konuşmaması gerektiğinin altını çizen Şener, Cemaat medyasına kayyım atanmasına hiç tepki olmamasını ise "tirajlarının toplumda karşılığı olmadığını gördük" diye yorumluyor.

İşte İnternetHaber'den Hande Aydemir'in sorularına Nedim Şener'in verdiği yanıtlar:

İYİ GAZETECİLİK KÖTÜ GAZETECİLİK TARTIŞMASI
ÇOKTAN GERİDE KALDI

Hande Aydemir: Öncelikli olarak çok teşekkür ediyorum röportaj teklifimizi kabul ettiğiniz için. Türkiye’de medyanın gündemi Can Dündar. Cumhuriyet Genel Yayın Yönetmeni iken tutuklandı ve yaşadıklarını ‘Tutuklandık’ adında bir kitap ile anlattı. Vatan hainliği ve casuslukla suçladı. Can Dündar, mahkemedeki ifadesinde MİT tırlarının durdurulmasıyla ilgili yaptığı haberin 16 ay önce Aydınlık Gazetesi’nde yazıldığını söyledi. Bu iyi bir gazetecilik mi ya da yaptığı doğru muydu? Bir hata yaptı mı Can Dündar?

Nedim Şener: Bir insanın, bir haberi tekrar yayınlaması gazetecilik tartışmasıdır. Can Dündar ifadesinde, “bizimki 15 ay önce Aydınlık Gazetesi’nin yayınladığı haberle aynı haberdi farklı olarak bizimkinde operasyon görüntüleri vardı” diyor. Avukatların da savunmasında kullandığı durum bu, yani aynı haberin yayınlanması. Anayasa Mahkemesi, gerekçeli kararlar okunduğu zaman aynı haberi Aydınlık Gazetesi’nin yayınladığını, hatta şu an bile gazetenin internet sitesinde o sayfalara ulaşılabildiğini, aynı içerikte haberin yayınlanmasının suç olamayacağını söyledi. Tartışma da bunun üzerinden yürüyor. Bu nedenle, iyi gazetecilik mi yoksa kötü gazetecilik mi tartışması geride kalıyor. Bana “yayınlar mıydınız?” diye sorsanız ben Aydınlık Gazetesi gibi, ben de ilk geldiğinde yayınlarım ama ikinci geldiğinde yani benden önce biri haberi yayınlamışsa, ben o haberi tekrar yayınlamam. Yayınlamak için yeni bir boyutu gerekli. İlk soruşturma açıldığı zaman ben bir tweet atmıştım; “Aydınlık Gazetesi yayınladığı zaman suç olmayan şey Cumhuriyet yayınlayınca neden suç oluyor.” diye. Dolayısıyla burada yargının ve iktidarın olaya bakışında problem var.

CAN DÜNDAR'IN YARGILANMASI GAZETECİLİK BOYUTUNU AŞTI
DEMOKRASİ SORUNU HALİNE GELDİ

İyi gazetecilik mi, kötü gazetecilik mi konusunda okurları yorum yapar. Fakat tartışma artık bunun çok ilerisine geçti. Bu gazeteciliğin nasıl yapılacağına ilişkin iyi bir tartışma ama artık Can Dündar ve Erdem Gül’ün meselesi gerçekten gazetecilik boyutunu aştı, yargının bağımsızlığı sorunu ve Türkiye’nin demokrasi sorunu haline geldi. Gitgide uluslararasılaşan bir kriz haline dönüştü. Mesela büyükelçiler Erdem Gül ve Can Dündar’a destek için geliyorlar ama aynı insanlar Mit tırları davasında yargılanan diğer hakim, savcılar veya jandarmanın davasını takip etmiyorlar. Çünkü durdukları yerin ifade özgürlüğü olduğunu düşünüyorum. Ortada yargıya çok ciddi bir müdahale olduğunu düşünüyorlar, görünüyor da zaten. Duruşma öncesi mahkemenin savcısı değiştiriliyor… Dolayısıyla artık iyi gazetecilik, kötü gazetecilik tartışmasından ziyade büyük bir ifade özgürlüğü sorunu, hukuka müdahale sorunu ve gitgide derinleşen demokrasi ve uluslararası problem haline gelmiş büyük bir olay var bence karşımızda.

HA-Yargıya müdahaleden söz ediyorsunuz ama beklenenin aksine Dündar ve Gül tutuklanmadı.

NŞ- Evet şaşırmadım desem yalan olur. Elbette Türkiye’de yargıya güven sorunu bitmedi hala var ama bence 14.Ağır Ceza Mahkemesi heyetinin tamamını kutlamak gerek. Biz tutuklu yargılanırken, duruşma sonrası tutuklu kalacağımızı Emre Uslu gibi tetikçilerin twitlerinden ve Samanyolu televizyonundan duyuruyorlardı. Düşünün bizler 1 yıl diğer gazeteciler iki yılı açşkın tutuklu yargılandık ve delil durumunda hiçbir değişiklik olmadığı halde kaçma ihtimali olmadığı halde ne olduysa serbest bırakıldık. Halen tutuksuz olarak yargılanıyoruz. O yüzden tutuksuz yargılamanın ne nimet olduğunu bilirim. Çünkü arkadaşlarımızın da annesi, babası, eşleri çocukları var.

"GAZETECİLERE CASUS VE HAİN DEMEK
İKTİDARIN DİLİYLE KONUŞMAKTIR"

HA - Peki “casusluk” ve “hainlik” kavramlarına ne diyorsunuz?

NŞ - İktidarın diliyle konuşmak. Diyelim ki, MİT tırları olayı devletin gizli kalması gereken bir operasyonu ama bunu deşifre ettiler. Bu operasyonu yapan, bunu sızdıran savcı ve hakim kimse o ihlali yapan onlardır. Ama Aydınlık Gazetesi bunu yayınladığı zaman bize şu sorunun cevabını verdi; Mit tırlarında insanı yardım diyorlardı ama silah varmış. Can Dündar’ın haberi de bize bunun tekrarını verdi. Burada problem iktidarın ilk başta doğruyu söylememiş olmasıdır. Bunda insani yardım var, ilaç var dedi. Aydınlık Gazetesi bize bunun doğru cevabını vermişti. Dolayısıyla,  burada yayıncılar açısından bir casusluk söz konusu olamaz. Ben bunu tıpkı Julian Assange’ın başına gelen olay gibi değerlendiriyorum. Her ne kadar Cumhuriyet’teki yazarlar ve Amerikan elçisi ya da konsolosu kaynaklı bir takım insanların tartışmalarında Assange ile Can Dündar’ın meselesi aynı değildir deseler de mesele tıpa tıp aynıdır. Çünkü Julian Assange, daha önce de Irak’ta, Afganistan’da, Amerikan askeri operasyonlarındaki hak ihlallerini haberleştirmiş, internet sitesi üzerinden Amerikan’nın gizli bilgi ve görüntülerini yayınlamış bir yayıncıdır. Dünya da bunu böyle biliyor. Wkipedia’ya girip bakın,  Julian Assange’ın aldığı sayısız ifade özgürlüğü ile ilgili ödülleri var. Dolayısıyla Julian Assange ile Can Dündar’ın hatta Aydınlık Gazetesi’nin de yaptığı ortadaki olguyu alıp insanlara göstermek. Amerika, Assange’e casus diyor. Assange eğer Amerika’nın eline geçerse idamla yargılanacak. Burada da Can Dündar ve Erdem Gül’e casus diyorlar, burada da idama eşit ceza isteniyor. Casus suçlaması, iktidarın ve devletin bir gazeteciyi suçlamak, baskılamak ve korkutmak amacıyla yapılmış bir suçlama. Bence gazeteciler bunu tartışırken konuya böyle bakmamalı. Çünkü ortada bir meslektaşınız var.

SOKAKTAKİ İNSAN ONA BAKTIĞINDA "HAİN" OLARAK GÖRECEK

Hainlik ise daha subjektif, daha duygusal, daha toplumdan gelen bir tepki ve hedef gösterme. Casus olan kişi hakkında toplum, vay bu hainmiş der. Bu, sokaktaki insana ya da iktidara yakın olan insanlara hedef göstermek anlamına gelir. O nedenle serinkanlı ve gazetecilik yapan, bunu anlamaya çalışan insanların bu tutumdan kaçması lazım. Casusluk suçlamasının bile bir sınırı vardır eğer delillendirebilirseniz evet bu casustur dersiniz. Ama sonuçta masumiyet karnesi var, belki de beraat edecek O zaman hiç kimse bunu söyleyemeyecek. Ama hain damgası vurduğunuz zaman, onu hayat boyu takip edecek bir suçlama haline geliyor. Sokaktaki bir kısım insan bir gazeteciye baktığı zaman onu hain olarak görecek. Aklansa bile bundan kolay kolay kurtulamayacaktır.



Ergenekoncu diye bizi suçluyorlardı, değil mi? Şimdi Oda TV davasında sona doğru geliyoruz. Bilgisayar’a belgelerin virüs ile yerleştirildiği anlaşılıyor ve bu hukuki bir tartışma. Şimdi Ergenekoncu lafını fazla kullanmıyorlar çünkü onun çağrıştırdığı anlamlar hem hukuki hem de kullananı zor durumda bırakabilecek nitelikte.

Bu nedenle ‘darbeci’ diyorlar, düşünebiliyor musunuz? Darbeci demenin hukuken bir karşılığı yok, anayasal düzeni silah zoruyla değiştirmek gibi bir suçlamadan bahsetmiyoruz, darbeci diyerek sizi kriminilize ediyorlar, suçlu göstermeye çalışıyorlar. Dolayısıyla ortada yaratılmaya çalışılan bir algı var. Velev ki, MİT tırlarında ilaç ve insanı yardım malzemeleri çıktı ama gazeteci bunu silahmış gibi gösterdi. İşte asıl bu büyük problemdir gazetecilik açısından. Gazetecinin geç ya da erken yayınlaması amacıyla ilgili bir şeydir. Amacının ne olduğunu da o söyleyecek. Can Dündar, iktidarın inkar ettiği bir olguyu tekrar gündeme getirdim ve insanlara silah taşımacılığı yapıldığını gösterdim diyor.

O HABER DAHA ÖNCE YAYIMLANDIYSA BEN İMTİNA EDERDİM

HA - Peki aynı haber size gelseydi, Can Dündar’ın yerinde olsaydınız ne yapardınız?

NŞ - Ben MİT tırları haberini yayınlayacaksam Aydınlık Gazetesi’nin yerinde olmak isterdim. Çünkü ilk kez bu haberi Aydınlık yayınladı. Sakın yanlış anlamayın bunu söylerken görüntüleri ilk yayınlayan ben olmak isterdim demek istiyorum.
Fakat ilk Aydınlık yayınlamışsa tekrar o haberi yayınlamaktan imtina ederdim. Kaynağımı sorgularım. Çünkü daha önce yayınlınmış bir görüntüyü bana getiriyorsa buradaki amacı ne diye düşünürdüm.
Can Dündar’ın kitabında anlatıldığı gibi, yazı işleri toplantısı yapılıyor, bu görüntüler izleniyor. Böylesine ciddi bir görüntünün üzerine hem hukuki hem içeriksel tartışmalar yapılıyor. Yazı işlerinin bunu mutlaka kontrol etmesi lazımdı. Yani daha önce o görüntülerin yayınlanıp yayınlanmadığını tartışmalıydı.

Ona göre görüntüler başka bir başlıkla örneğin, MİT’çilere böyle operasyon yapıldığı başlığıyla verilebilirdi. Daha iyi bir editörlük yapmak gerekirdi diye düşünüyorum. Ben o haber başlığının aynısı Aydınlık Gazetesi’nde gördüğüm için bana yeni bir bilgi gibi gelmedi. Olay belki okurların birkaç gün okuyup sonradan hatırlamayacağı bir haber ama siyasetçilerin ve Erdoğan’ın ifadeleriyle büyük bir olaya, kriz haline dönüştü.

HA-Kaynağın CHP’li Enis Berberoğlu olduğu hatta hakkında fezleke hazırlandığı yazıldı.

-Onu demek istiyorum. Gazeteciler siyasetçilerden haber, belge alır ama daha önce Aydınlık’ta yayınlanmış bir görüntüyü niye getirir. CHP görüntüleri halkın bilmesini istiyorsa genel başkanının katıldığı bir basın toplantısıyla açıklanabilirdi. Ya da TBMM’de tartışabilirdi. Nitekim Kılıçdaroğlu gerek yolsuzluklar konusunda gerek 17-25 Aralık sürecinde TBMM’deki grup toplantılarında belge göstermiş, ses kaydı dinletmiştir. Hiç kimse de ona suçlamada bulunmadı.
Dolayısıyla başta söylediğim gibi Can Dündar’ın kendisine ulaşan görüntüleri yayınlamaktan başka fiili yoktur. Bu da onu casus yapmaz.

GAZETECİ HAPSE GİRME RİSKİNİ ALIR

HA - İlk önce tıbbi yardım ya da insani yardım denildi. Bunu dönemin başbakanı Recep Tayyip Erdoğan söyledi. Sonradan MİT tırları içerisinde silahlar olduğu ortaya çıktı. Bu noktada Erdoğan’ın yalan söylediğini ya da yanıltıldığını mı düşünüyorsunuz?

NŞ - Tırların içerisinde ne olduğunu bilmemeleri mümkün değil. Sadece kamuoyundan gerçeği gizlediler. Önce Aydınlık Gazetesi’ne sonra da Cumhuriyet’e yansıyan görüntülerle insanı yardım denilen malzemelerin MİT’in görev alanında olan bir silah taşıma işi olduğu ortaya çıktı.

HA - Fakat, Can Dündar avukatlarından ve bazı insanlardan bu haberi yayınlamaması gerektiği yönünde uyarılar aldı.

- Evet, devlet sırrı sebebiyle tutuklanırsın diyerek uyarmışlar. Ama gazeteci bu riski alır.

HA – Can Dündar’ın savunmasını okudunuz mu?

– Evet okudum. Haberii yayınlama amacının gazetecilik olduğunu çok net bir şekilde anlatıyor. İddia edilen Fethullahçı örgüte yardım ve yataklık gibi bir şey Can Dündar’ın yapısındaki bir insana çok aykırı.

CUMHURBAŞKANINI ELEŞTİRMEK TAKINTI DEĞİLDİR

HA- Can Dündar’ın nasıl bir yapısı var?

- Cemaatle ilgili de bir rapor, bir olgu eline geçse yayınlamaktan çekinmeyecek bir gazeteci olarak görüyorum Can Dündar’ı.

HA- Bir de Can Dündar’ın attığı bir tweet vardı; “sonumuz geldi” diye. Bununla ilgili de bir çok tartışmalar yaşandı. Can Dündar’ı takıntılı olarak görür müsünüz? Çünkü zaman zaman bakıyoruz bazı gazeteciler, Cumhurbaşkanı Erdoğan’la takıntılı bir şekilde uğraşıyor. Can Dündar da bu sebepten dolayı biraz takıntılı kalmış olabilir mi?

NŞ - Bu durum takıntı kelimesiyle tarif edilecek bir şey değil. Sonuçta karşısındaki Cumhurbaşkanı ve hükümet. Hükümeti ya da bir insanı eleştirmek de bir gazetecinin görevidir. Bunu takıntı kelimesiyle ifade etmemek lazım. Aksine Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın, Can Dündar’a karşı ciddi bir öfkesi ve takıntısının olduğunu düşünüyorum. Hükümetin gizli dokümanları yayınladığı için suçlayabilirsiniz, dava da açabilirsiniz. Hepimiz çoğu zaman yargıya bu tarz konularda hesap verdik. Fakat Cumhurbaşkanı’nın 30 Mayıs’da verdiği röportajda ‘bunu yanına bırakmam, hesabını verecek’ gibi bir cümle kullanması olayı ne kadar kişiselleştirdiğini gösteriyor.
Diyelim ki, Türkiye Cumhuriyeti’nin en gizli belgesini yayınladınız. Bir Cumhurbaşkanı’nın kişisel olarak çıkıp da, bunu yanına bırakmam demesi olayı kişisel kavgaya çevirir. Can Dündar’ın attığı tweet bir olaya matuf. Bu hükümetle ilgili olabilir, hükümete muhalefet etmekle ilgili olabilir ama senin yanına bırakmayacağım gibi kişisel söylemlerin olmaması lazım. Hatalı da bulabilirsiniz, yazılan tweet’i eleştirebilirsiniz ama bunun üzerinden casusluk gibi bir şey kurmaya kalktığınız zaman sonu gelmez.

CAN DÜNDAR İLE TOPLAM 1 SAAT OTURUP KONUŞMAMIŞIMDIR

HA - Can Dündar’la hiç konuştunuz mu?

NŞ - İnsanlar Can Dündar’la beni çok yakın dost zannedebilir. Can Dündar’la hayatım boyunca sanırım bir defa Milliyet’te karşılaşmıştım. Şimdi biz sizinle röportaj yapıyoruz ve 1 saat sürecek. Ama ben Can Dündar’la 1 saat bile bir arada olmadım. Milliyet’in yazarı olduğu dönemde bir arkadaşını ziyarete gelmişti ondan sonraki karşılaşmam da cezaevinden çıktıktan sonra oldu. Oraya da 15-20 dk geçmiş olsun demek için uğradım.

HA-  ‘Can naber, akşam ne yapıyorsun’ gibi bir ilişkiniz yok yani?

- Hayır, hiç öyle bir ilişkimiz yok. Hiç oturup yemek yemedik, bir akşam buluşmadık, hiç ortak bir ortamımız da olmadı. Ben zaten Can Dündar olayını anlatırken aslında gazeteciliği savunmak için konuşuyorum. Bakın, yarın başka bir konuda devletin gizli belgesi sizin elinize ya da benim elime de geçebilir. Kamuoyunu ilgilendiriyorsa, gerçekse ve güncelse bunu yayınlamak gazetecinin görevidir. Bunu yapmak bir risk ise evet gazeteci o riski alacaktır. Zaten gazetecinin hayatta başka bir riski yoktur. Gazeteci eğer ölümü göze almıyorsa, hapse girmeyi göze almıyorsa bu ülkede gazetecilik yapamaz. Çünkü biz, bizden öncekilerden, Uğur Mumcu’lardan böyle gördük. Hapis riskini ve öldürülme riskini göze alacaksın.

GAZETECİ ÖDÜL İÇİN HABER YAPMAZ

HA - İki seçeneği mi var gazetecinin? Ödül, alkış alamaz mı?

- Alabilir, bunun örnekleri de var zaten. Gazeteci ödül için çalışmaz, gerçekleri yayınlamak için çalışır. Ben gerçeği yayınladım bana neden ödül vermeliler diye bakamazsınız. O, ödülü vereceklerin takdiridir, siz hiç bir ödüle talip olamazsınız. Ben gerçeği yayınladım bana neden ödül vermediniz gibi bir saçmalık olamaz. Güç odaklarıyla uğraşmak, toplumu aydınlatmak istiyorsanız iki bedeli var; hapis ve ölüm. Gerçeğin topluma yansıtılması ise en büyük ödüldür. Çünkü gazeteci gerçeğin hizmetçisidir.

HÜKÜMET CEMAAT İLE MÜCADELE EDİYOR AMA
BİZİM MAĞDURİYETİMİZDE CEMAAT VE İKTİDAR ORTAKTI

HA - Erdoğan’ın sizleri mağdur eden bir yapıyla mücadele etmesini görüyoruz. Bir taraftan da Can Dündar gibi isimlerle mücadele ediyor. Bu konuyu nasıl değerlendireceksiniz? Aslında iki farklı kutup diyebiliriz. Hem Can Dündar’la mücadele ediyor hem de paralel diye adlandırdığımız tarafla mücadele ediyor.

NŞ -  Hükümetin cemaat ile mücadelesi, amaçları, yöntemi ve mücadele biçimi benim içinde olduğum ve çok bildiğim bir konu değil. Ama bir konuya açıklık getireyim; bizlerin yaşadığı mağduriyetlerde iktidarla cemaat ortaktı. Ben cemaatin ne yapmaya çalıştığını 2007’de gördüm. Cemaate 'cemaat' demenin neredeyse yasaklandığı dönemde 2009 yılında da Ergenekon Belgelerinde Fethullah Gülen ve Cemaat isimli bir kitap yazdım. Ayrıca Dink cinayetinde bu yapıdan insanların da rol aldığını belgeledim. Başıma da ne geldiyse bundan geldi. Bazen “Cemaat seni 2011’de hapse attı o yüzden intikam peşindesin” diyenler oluyor. Hayır ben 2007’den beri bu yapının ne amaçladığını ne yaptığını anlatmaya çalışıyorum. Tutuklanmadan iki yıl önce 2009’da kitap yazdım. Dolayısıyla cemaatin amaçları konusunda toplumu bilgilendirme çabam daha eski. Evet bir de haksız ve komplo ile tutuklanmam var. Bu ise cemaatçilerin utanmazlıkları ile ilgili bir konu. Benim arkamda hakimim, polisim, savcım yok. Ben tek başıma, onlara geçmişte yaptıklarını hatırlatmaya çalışıyorum. Eğer utanmış olsalar ben daha farklı bir pozisyon alabilirim. Ama görüyorum ki insanlara yaptıkları bütün eziyetlere rağmen, onu savunmaya devam ediyorlar.
Bunu da şuna bağlıyorum; karşımızda bir cemaat değil, bir örgüt var. Örgütler böyle davranır. Örneğin, polise, askere hendek açan PKK’ya bunun hata olduğunu kabul ettirebilir misiniz? Ben bunun hata ve suç olduğunu biliyorum ama PKK bunu kabul etmez. Çünkü bu, onun kalleşçe mücadele biçimidir.

ÖRGÜTLER BÖYLEDİR! ÖZELEŞTİRİ YAPMAZLAR, YAPAMAZLAR

Ya da bizim açımızdan suç olarak görülen, masum bir savcının başına silah dayamanın suç olduğunu  DHKP-C’ye anlatabilir misiniz? Hayır, onlar kendilerice alçakça bir mücadele ettiklerini düşünüyorlar. Fethullah Gülen Cemaati de yaptıkları hukuksuzluklara karşı bir öz eleştiri geliştiremez. Çünkü bir örgüt öz eleştiri yapmaz. Eğer öz eleştiri yaparsa suçlarını itiraf etmiş olurlar. Suçlarını itiraf ediyorlarsa da tamamen kendilerini feshetmeleri gerekiyor. Örgütler böyledir, öz eleştiri yaptıklarında kendi sonlarını getirmiş olurlar. Dolayısıyla cemaatçilerle hükümetin mücadele biçimi, içeriği ve benim onlara karşı tutumum arasında fark var.  Hükümet yarın başka tavır alabilir ama benim onların yarattığı korku iklimi ve haksızlıklara karşı halkı bilgilendirme çabam hep sürecek. Ta ki, haksızlık ve hukuksuzlukları yapanları savunmayı bırakıp, tam şeffaf olana kadar. Çünkü demokraside bireyin hakları hukukla korunur. Kimse hakkının korunması için cemaat gibi bir yapının kanatları altına kendisini sığınmak zorunda hissetmemeli.

İNTİKAM PEŞİNDE DEĞİLİM, TÜRKAN SAYLAN'IN DA
ALİ TATAR'IN DA SESİ OLMAYA ÇALIŞIYORUM

HA- Cumhurbaşkanı Erdoğan’la hiç yüz yüze geldiniz mi ya da hiç düşündünüz mü?

NŞ- Hayır, böyle bir şeye ihtiyaç duymadım. Benim derdim insanlarla değil, benim derdim adalet. Kinin geçmedi ya da intikam peşindesin diye düşünen insanlar da yanılıyorlar. İnsanlara, kinin ya da intikamın peşinde olmadığımı, sadece adalet aradığımı söylüyorum.
Çünkü ortada hakına tecavüz edilmiş insanlar var. Ben sadece Nedim Şener’in hakkı için konuşmuyorum, o süreçte yaşanan bir sürü haksızlık var, onların da sesi olmaya çalışıyorum. Ben sadece kendimi anlatmıyorum. Kendi üzerimden Türkan Saylan’ın da haklarının nasıl yenildiğini, onurundan kendi kafasına sıkan Yarbay Ali Tatar’ın da sesi olmaya çalışıyorum. O süreçteki mağduriyetlerin birileri için sadece kullanışlı bir malzeme olduğunu görüyorum. Onları çabuk unuttular. Bir kısmı da hiç hatırlamak istemiyor. Özellikle Ergenekon ve bizim davalarımıza destek veren libareller hatırlamak istemiyorlar. Çünkü onlar da o suçun ortakları aslında. Sanki kendi elleri temizmiş gibi iktidarı eleştiriyorlar. Oysa bir süre önce tamamen onlarla iş birliğinde Ergenekoncu, darbeci yaftası yapıştırıyorlardı. Şimdi aynı grup Erdoğan’a karşı ama hiç bir inandırıcılıkları kalmadı. Bu isimlerin başında Taraf gazetesi’nin çevresini, Ahmet Altan’ları, Yasemin Çongar’ları sayabiliriz. Orada burada, cemaat sitelerinde yazıyorlar. Kim inanıyor onlara? Sadece cemaatten birileri ah ne güzel yazıp, öfkeyi dile getiriyor diyor ama toplumda hiç bir karşılıkları kalmadı. Aydın olanların, toplumda hiç bir anlamı ve karşılığı kalmadı. Zaten problem de bu. Bu nedenle, Türkan Saylan ismi,  Ali Tatar ismi ve içerde ölen diğer subayların, mesela bizim davadan MİT’çi Kaşif Kozinoğlu içerde öldü ve kimse onların ismini hatırlamıyor.

CEMAATÇİLER ŞİMDİ BİR ANDA GAZETECİLİĞİ HATIRLADILAR

HA – Diğer yargılanan isimlerle içerde de mi karşılaşmıyorsunuz?

NŞ- Hayır, biz Ahmet Şık ve Doğan Yurdakul beraberdik. Sanıklar hiç bir şekilde birbirleriyle görüştürülmezler. Ayrı binalarda da olduğunuz için karşılaşma şansınız da yok.
Kimse ölen adamların ismini hatırlamıyor. Şimdi muhalefet etmek için başka isimler, başka rakamlar kullanılmaya başlanıyor. Bu konuda tavrımı belirlerken kinden ve öfkeden ziyade adalet arayışından bahsetmeye çalışıyorum ve insanlara da bunu hatırlatmaya çalışıyorum. O günlerde bize terörist diyenleri de unutmuyorum, kitaba bomba diyenleri de unutmuyorum, bu operasyonu yapan savcıları, hakimleri ve operasyonun bir parçası olan gazetecileri de unutmuyorum. Şimdi düşünün, biz içerideyken bunlar gazeteci değil diyen Nazlı Ilıcak gibi insanlar basın özgürlüğü meselesi için sokağa çıkıyorlar, Can Dündar’ın davasını destekliyorlar ya da yürüyüş olursa araya sıkışıyorlar. Cezaevi nöbetlerine katılıp kendilerini göstermeye çalışıyorlar. Bir anda gazeteciliği hatırladılar.
Neden? Hükümet ile girilen savaşta kendi yandaşları içerde. Gazetecilik mesleği içindeki hiç bir grup bu cemaatçilerin yanında değil. Neden değil? Bir düşünsünler, neden Can Dündar’lar, Erdem Gül’ler çıkınca umut nöbeti bitti? Şu an içerde, tutuklu gazeteciler var. Demokratik tepkiyi gösterebilecek insanların arkasına sığınarak kendilerini göstermeye çalıştılar. Onu geçtim, orada beklemeye yüzleri yok, sayıları yok, güçleri de yok.

CEMAAT MEDYASINA EL KONDU
KİMSEDEN NEDEN SES ÇIKMADI?

HA - Görüntü vermek istemiyorlardır belki?

NŞ - Hayır. çünkü öyle bir eylemin toplumda karşılığı yok. Çünkü insanlar aptal değil. İnsanlar sonunda seslerini çıkarmıyorlar ama o haksızlıkları kimin kotardığını, kimin onların yanında yer aldığını görüyorlar. Gidip de eylemlere fotoğraflarını çektirip Twitter’dan paylaşmaktan öteye, kendi gazetelerinde kendilerini öne koymaktan öteye hiç bir idealleri kalmamış. Bunu sorgulamaları gerekiyor. Yani düşünün, Türkiye’de cemaatin medyasına el kondu, Türk medyasından ne ses çıktı? Çünkü herkes şunu biliyor cemaatin yayın organlarının bir ucu da polise, istihbarata, savcıya hakime ulaşıyor. Sizin karşınızda gazeteci gibi gördüğünüz kişinin arkısında böyle bir yapı var, dershaneleri, okulları, hastaneleri, şirketleri, toplanan himmetler devasa bir yapı var. Böyle bir yapıyla devlet gücü olmadan baş etmeniz mümkün değil. Düşünün cemaat bir yandan iş dünyasının telefonlarını dinliyor öbür yandan onları ofislerinde ziyaret ediyor Fethulah Gülen'in selamını getiriyor. İşte onlar böyle bir yapının parçaları. Yabancılar gelip şaşırıyorlar gazeteye, televizyonlara el konmuş neden gazetecilerden ses yok diye soruyorlar. Çünkü o gazetelerin örgütün yayın organı olduğunu ve insanları katlettiklerini çok iyi biliyor insanlar. Düşünün Hrant Dink cinayetinde sorumlu cemaatçi polisleri aklamak için ne haberler yazıp ne kitaplar yayınladılar. Şimdi bir gazeteci olan Hrant Dink cinayetinde gerçeği karartmaya çalışan cemaatçileri, kitap yazan Adam Yavuz Arslan’ı, Nazlı Ilıcak’ı gazeteci diye kimse bana yutturamaz. Gazeteciliği Dink Cinayetini karartmak için kullandılar. Yazdıkları kitapları hatırlayan var mı? Türk Basın Tarihi'nin en kirli kitapları olarak kalacaklar. Açık açık Dink cinayetini karartmaya çalıştılar. Polisin aracı oldular. Bu tipler cemaat yayın organlarında boy gösterdiği sürece de benim gözümde onlar gazeteci olamaz.

HA- Bu yüzden mi Zaman’a kayyum atanınca  ses çıkmıyor?

NŞ- Düşünsenize Genel Yayın Yönetmeni Ekrem Dumanlı yurtdışına kaçtı. Yöneticisi yurtdışına kaçan bir gazeteyi kim savunur Allah aşkına. Ben Ekrem Dumanlı yerine olsam iki elim kanda olsa gazetemi savunmak için gelirdim. Bırakın Dumanlı’yı Fethullah Gülen, Pensilvanya’dan hapisteki cemaatçilere “dik duran” diyor. Aklına Türkiye’ye gelip varsa haksızlığa karşı çıkmak gelmiyor. Hani ağzından düşürmediği “civanmertlik”. Hocası, savcısı, hakimi, polisi, gazetecisi kaçan bir örgüt var karşında. Kaçanlara hicret ettiniz iyi ettiniz diyor, tutuklanıp hapse girenlere de Hazreti Yusuf benzetmesi yapıyor. Nerede inandırıcılık samimiyet. Evet, bu yüzden kimseden ses çıkmıyor.
Hani yüz binlerce, milyonlarca cemaat üyesi vardı? İstanbul’da, Zaman Gazetesi’nin önünde belli bir kalabalık vardı. Neden Anadolu’nun herhangi bir yerinde cemaatçiler bizim gazetemize el koyamazsınız diye ayaklanmadılar? 600 bin satıyor değil mi, nerede bu okurlar? Neden sahip çıkıp, yürüyüşler yapmıyorlar? Kırsınlar, döksünler demiyorum. Demokratik bağlamda tepkilerini göstersinler diye söylüyorum. Ama öyle bir güçleri yok. Cemaatin bütün gücü devlet içindeki adamlarından geliyordu. Onları kaybedince her şey ortaya çıktı.

CEMAATİN GAZETE TİRAJLARININ
TOPLUMDA KARŞILIĞI OLMADIĞINI GÖRDÜK

HA - Kanaltürk ya da Bugün Tv için de aynı şeyi söyler misiniz?

NŞ- Aynısı. Ben, Zaman Gazetesi’ni örnek olarak veriyorum. 600 bin okuru yok muydu bu gazetenin? 600 bin eylemcisi ya da 60 bin eylemcisi veya 6 bin tane eylemcisi var mı? Okur, ben bu cemaate gönlümü vermişim, gazetesini alıyorum buna kayyum atayamazsınız dedi mi? 6 bini bırakın 600 kişi dedi mi? Demokratik eylemler yapsınlar ama yoklar. Çünkü toplumda karşılığı yok. İnsanlar cemaat gazetecilerinden de korkuyordu. Biliyorlardı ki, onların bir ucu polise, savcıya ve yargıya dayanıyordu, güçleri de buradan geliyordu. İnsanlar da eğer ben bunlarla iyi geçinmezsem başıma bela alırım diye düşünüyorlardı. Anadolu’da bir çok esnaf cemaatten korkusuna Zaman abonesi oluyordu. Sehpalarının üzerinde hiç açılmamış Zaman gazetesi dururdu. Ben o günleri çok iyi hatırlıyorum 2007’den 2013’e kadar olan dönemde, insanlar telefonlarım dinleniyor mu acaba diye cemaat gazetecileri aracılığıyla araştırırlardı. Benim başıma bir şey gelecek mi, benim ismim var mı şu listede diye… Gazeteci-yazarlar vakfından bir takım tipler vardı, merak etme seninle ilgili bir şey yok diye bilgi verirlerdi. Çünkü insanlar o gazetecilerin bir ucunun Pensilvanya’ya giden bir örgüt olduğunu bilirlerdi.

CEMAAT BU KAVGADA MAĞDUR DEĞİL MAĞLUPTUR

HA- Yani bu bilinen bir şeydi?

NŞ- Tabi, ben bu yüzden cemaat mağdur değil mağluptur diyorum. Cemaatçiler neden kızdı? Hükümetle bir savaşa girdiler ve gazetemize el kondu, basın özgürlüğü, ifade özgürlüğü diye ayağa kalktılar. Hadi arkadaşlar Zaman’a gidelim diyen bir gazeteci vardı o da tek başına kaldı. Hatırlıyor musunuz? İnsanlar neden gelmedi diye soruyorlar bir de. İnsanlar öyle kirli bir yapının yanında yer almak istemezler. İktidardan korktular diyenlere muhalif olanlar da yok diye cevap veririm. Onların nasıl bu medyayı kirlettiğini çok iyi biliyorlar. Zaten kirliydi ama bunlar örgütlü çünkü o medya aracılığıyla insanlar infaz edildi.

ORTADA YALAN VAR VE DİBİNE KADAR KİRLİLER

HA - Kirliler yani, öyle mi?

NŞ - Ortada yalan varsa kirlilik de dibine kadar vardır.

HA - Ama anlamakta biraz zorlanıyorum biraz kendi açımdan da düşünüyorum. Hiç kin tutmuyorum diyorsunuz ama siz belki de suçunuzun ne olduğunu bilmeden cezaevine girdiniz.

NŞ - Bana isnat edilen suç Hanefi Avcı’nın kitabını yazmak, Ahmet Şık’ın kitabını yazmak, bir bölümünü yazmak, yazımına katkı yapmak, basımına katkı yapmak gibi hakkımda altı tip suçlama vardı.
Bu suçları hukuken, Ergenekon’a üye olmamakla beraber yardım ve yataklık olarak yönelttiler. Yani suçlama buydu ve ben örgüt üyesi olarak tutuklandım. İddianamede de olay buna dönüştü. Toplam 15 yıla kadar hapis cezası isteniyordu. Ama aslında tutuklanmamın iki gerekçesi var; Fethullah Gülen cemaatiyle ilgili yazdığım kitap ile Hrant Dink suikastı ile ilgili yazdığım kitaplar. Çünkü 2008’den beri cemaatin polislerinin bu işin tam göbeğinde olduğunu anlatmaya çalıştım. Önce haberlerle sonra kitaplarla anlatmaya çalıştım. Bugün o kitaplar özellikle Kırmızı Cuma adlı kitabım iddianameye dönüştü. O kitapta ne yazdıysa iddianame de var hatta iddianamede eksiklikler bile var.
Ben o davada 3 buçuk, 4 saat boyunca tanık olarak da ifade verdim. İkinci gerekçe ise, 2009 yılında cemaat gücü öyle çok eline almıştı ki gazetecileri ayar veriyordu. Tasfiye edilecek gazeteciler listesi, tutuklanacak gazeteciler listesi gibi kendince kararlar veriyorlardı ve bunlar cemaat medyasında yazılıyordu. O yıllarda Cemaat öyle bir format değişikliğine gitti ki cemaat olarak anılmak istemediğini sivil toplum kuruluşu olarak görülmek istendiğini bunun için de Gönüllüler Hareketi denilmesini istedi. Daha sonra Hizmet Hareketi’ne dönüştü bu. Hareket olunca, siyasi motiften daha çok sivil toplum kuruluşuymuş havasına sokuyor. Batıdaki yaratmaya çalıştığı algı böyle. Biz, dini bir cemaat değil, bir sivil toplum kuruluşuyuz diye demokratik bir görünüm sergilemeye çalışıyorlar. Ellerindeki medyayla ve olanca hırslarıyla AKP’ye ve kendilerine siyasette alan açmak için operasyonlar yapıyorlardı.

HANEFİ AVCI'DAN 1 YIL ÖNCE YAZDIM BEN CEMAAT KİTABINI

Onlar, kendilerine cemaat denmesini istemedikleri bir anda ben, Fethullah Gülen ve Cemaat diye bir kitap yazdım. Yaşanılan süreçleri Hanefi Avcı 2010 Ağustosunda yazdı ben ise 2009’da yazdım. İnsanlara neyle karşı karşıya olduklarını anlatmaya çalıştım. Ben bilinmeyen bir şey yazmadım sadece olanı yazdım ve bu onları kızdırmaya yetti. Zaten, Oda Tv davasında da Fethullah Gülen’in kitabı da virüsle gönderilen dokümanlar arasında. Düşünün, 2009 yılında çıkmış bir kitap 2011 yılında Word dosyası halinde, taslak halinde suçlama konusu oluyor. Yahu bu kitap iki yıldır piyasada satılıyor. Madem bu bir suç örgütü neden kitap çıktığı zaman operasyon yapılmıyor? Dolayısıyla ben neden tutuklandığımı çok iyi biliyorum.

BAŞIMA GELEBİLECEK EN KÖTÜ ŞEY ÖLDÜRÜLMEKTİ

HA- Peki siz bu kitapları ya da bu haberleri yazarken, başıma böyle bir şey gelebilir diye hiç düşünmediniz mi, bir B Planı oluşturmadınız mı?

NŞ - Benim A planım bunu yayınlamaktı, B planım... Başıma gelebilecek en kötü şey öldürülmekti. C planım hiç yoktu. Ben şöyle bakıyorum olaya, bunların elinde her imkan var, her şeyi yapabilirler. Bir gün üzerinize bir araba çıkar, kazaya kurban gidebilirsiniz... Çünkü istihbaratçıların yapamayacağı operasyon yoktur. Örneğin, Hrant Dink’in öldürülmesi. Düşünün, adamlar bir masanın başında cinayeti işleyecek ekibi izliyor diğer taraftan kurbanı izliyor. Onun öldürülmesine göz yummuş birileri herkese her şeyi yapabilir. Çünkü asıl korkuları bugün tartışılan suçlarının ortaya çıkması. İşte bu adamlar da herkese her şeyi yapabilirler. Bu adamlar cezaevinde insanların ölümüne sebep oluyorlarsa her şeyi yapabilirler. Ben bunu çok net gördüğüm için bu benim B planımdı. Beni asıl yıkan şey ise bırakın adalete, hukuka olan güvenimi sıfırlamaları oldu. İnsan gazeteci olarak hukuksuzluğu izleyebilir, haber yapabilir, itirazlarda bulunabilir ama içine düştüğünüz zaman ne olduğunu anlayabiliyorsunuz. Gazetecinin hukuk alanındaki haksızlıkları anlaması için empati duygusu yeterli olmuyor, yaşaması gerekiyor.
Silivri’deyken gazetecilerin hatta tutuklama kararı veren hakimlerin cezaevinde biraz kalmaları çok faydalı olur. Tabii bunu şaka olarak söylüyorum.

NEDİM ŞENER'İ TUTUKLADINIZ KİMSE SESİNİ ÇIKARMADI
MİT MÜSTEŞARINI DA TUTUKLAMAYA KALKARSINIZ


O zamanlar beni “tutuklanacak” diye parmağıyla gösteriyorlardı, internet sitelerine yazıyorlardı. Bakın tarayın geçmişi, kelepçeli resimleri koyduklarını göreceksiniz. Beni de “tutuklanacak” diye internet sitelerinde yazıyorlardı. Öyle de oldu zaten. Cezaevindeki tutuklular kendi aralarında oyun oynuyorlarmış bakalım kimler tutuklanacak diye. Benim ismim de hep öne çıkıyordu. Düşünün, Hanefi Avcı’nın kitabı çıktı. Hanefi Avcı yıllarını PKK örgütüyle mücadeleye, sosyalist örgütlerle ve terör örgütleriyle mücadeleye vermiş. Şimdi siz, adamı hem PKK’ya yakın hem de sosyalist olduğunu söyleyen Devrimci Karargah diye bir örgütün üyesi diye tutukluyorsunuz. Bundan daha absürt bir şey olabilir mi? Başka her şeyden suçlayabilirsiniz. İşkence iddiaları var mesela, bundan yargılama yapabilirsiniz. Bunu ona yaptığınız zaman, herkese her şeyi yapabilirsiniz demektir. Ondan sonra zaten İlker Başbuğ’un terör örgütü lideriyle tutuklanmasına kimse itiraz etmedi. İnsanlar ikna olmadılar ama korktular. İlker başbuğ tutuklandıktan sonra insanlar korktular. Zaten, ondan sonra MİT Müsteşarını tutuklamaya girişebildiler. Çünkü Nedim Şener, Ahmet Şık gibi küçük balıkları tutukladınız, Hanefi Avcıyı, İlker Başbuğ’u tutukladınız ve hiç bir şey olmadı. Ele geçirilecek yerlerde geriye MİT Müsteşarı kaldı, onu da tutuklayabilirsiniz. Tutuklayabilselerdi amaçlarına ulaşmış olacaklardı zaten.

YARIN RÖPORTAJIN İKİNCİ BÖLÜMÜNDE:

- NAZLI ILICAK'IN PROGRAMINA ÇIKMIYORUM, MİDEM KALDIRMIYOR...

- MEHMET ALİ ILICAK İLE OĞLU KASABA UYANILIĞI YAPIYOR

- 'ÇORBADAKİ KIL'IN ETYEN MAHÇUPYAN OLDUĞU ANLAŞILDI

- HASAN CEMAL VE LİBERALLER DEMOKRASİNİN
ADALET ÜZERİNDE YÜKSELDİĞİNİ UNUTTULAR

- BENİM MAHALLEM YOK, BEN BİR SOKAK ÇOCUĞUYUM

- BARANSU'NUN BAVULUNDAKİ BELGELER
DARBEYİ ÖNLEYEN BELGELER FİLAN DEĞİLDİ

- GAZETECİ DE BİLGİ KAYNAĞI DA TEMİZ OLMALI

- DEMİRÖREN BEN CEZAEVİNDEYKEN BENİ İŞTEN ÇIKARTTI

Günün Önemli Haberleri